Bir pedagog, “Çocuğunuzun (aileye) bağımlılık sorunu var ve tabii buna bağlı olarak dışkı sorunu mevcut. Bunun için de psikoloğa gitmelisiniz” diyordu.

Bunun karşısında hayli tedirgin olan aile fertleri, o telaşla telefona sarılmış, görüşmeler gerçekleştirmiş, ne yapmaları gerektiği konusunda bir karara varmaya çalışmış. Nihayetinde diplomalı bilirkişi, çocuğun “problemlerini” tespit etmiş ve ideal bireyin nasıl olması gerektiğine yönelik teorileri, pratik zeminde uygulama fırsatı bulmuştu. Tam da bu noktada uzman kişi var olanı değil, olması gerekenin altını çizmekteydi.

Diğer açıdan uzman, kendisine servis edilen müfredata uygun yazından istifade ederek bildiği konusunda kuşku durmuyor gibiydi. Peki, bilmek ve bilim ne idi? Uzman, yanılabilir miydi?

Kuşku yok ki çoğu zaman bireyleri ve toplumsal dünyayı bilimle açıklarız. Fakat bilimi nasıl ve ne şekilde açıklarız? Bilim, bilimsel yöntem, teori, bilimsel doğru nedir? Biz insanlar, nasıl biliriz? Tüm bilme etkinlikleri tarihin, toplumun, devletin, kültürün, ekonominin, inançların dışında anlaşılabilir mi? Söz konusu kültür bilimleri ve toplumu ilgilendiren konular olunca az önceki satırlarda sözünü ettiğimiz unsurları görmezden gelmek, büyük bir zafiyete neden olur.

Bunlarla beraber tüm bunların tarihsel olması, değişebilir olduğunu ve mutlak anlamda doğrular olmadığını yansıtır. Kesin ve değişmez kurallar olarak bunlara yaklaşmak ve hayatı tümüyle teoriye uygun tanzim etmek sorgulanmaya değerdir. Ayrıca bu bilimsel anlayışlar yöntemlere göre doğrulanmaktadır. Fakat burada esas alınması gereken yöntem değil, bilimi icra eden insandır. Bilim yönteme göre değil, onu icra eden insana göre inşa edilir. Nihayetinde yöntem de insanın icrası ve icadıdır. İnsan ise belirli bir toplumsallığın içerisinde var olur. O toplumsallığın içinde bilim insanı olur ve steril bir şekilde düşünülemez. Bu bağlamda evrensellik sığınağı anlamını yitirir. Nitekim lokal ölçekte değerlendirmeler kaçınılmaz ve acil bir gerekliliktir.

Bu aşamada, bilimin işleyiş mantığına odaklanmak gerekir. Bilim genelleyerek ilerler. Tüm farklılıkları yok sayar. Prototip oluşturur. Genelleştirmesi bakımından özel alana hak tanımaz ve özeli yok sayar.

Bu noktada Nietzsche’nin yaprak örneğini ödünç alabiliriz. Yazar mealen şunu söylemektedir:

Yaprak kavramı tüm farklı yaprak türlerine rağmen üretilmiştir. Oysa her yaprağın biçimi farklıdır, yaşamsal fonksiyonu farklıdır. Biz tüm bu farklılıkları tek bir kavram çatısı altında toplarız. Bu aşamada tüm farklılıkları yok sayarız.

Bilimin işleyiş mantığı üzerine bu örnek son derece önemlidir. Yanı sıra bilim yasalar inşa eder. O yasalardan hareketle araştırma nesnesine yaklaşır. Yani yasalar, özele göre değil de genel kurallar mantığına göre işler.  Nitekim pedagogların ‘tüm çocuklar şu şekilde olmalıdır’ vaazı, hem teorik olarak, hem kültürel olarak problemli addedilebilir. Tıpkı yaprak örneğinde olduğu gibi düşünebiliriz. Tüm farklılıkları kendi yasalar düzenine göre değerlendirir. Bu noktada özel ve genel olanın çatışması ön plana çıkar.

Kuşkusuz uzun ve çetin meselelerin kolay tartışması ve çözümü olamaz. Ancak şu aşamada Rus yönetmen Tarkovsky’nin ifadeleriyle bir sona varabiliriz.

Katılık ve güç ölümün yoldaşıdır. Esneklik ve zayıflık ise varlığın tazeliğinin, hayat doluluğunun ifadesidir.”

Yaşamın tazeliğini savunmak adına dünyaya bir uzman katılığı ile değil, sanatçı zarafetiyle yaklaşabiliriz.