Sahte Diplomalı ve ‘Gerçek Diplomalı!!’ Akademisyenler

Sahte diplomalılar sistemi kandırdı. Ama ya diploması gerçek olup ömrü boyunca hiçbir şey üretmeyen, sadece statüsüne yapışarak akademik bürokrasinin içinde yer tutanlar? Onlar sistemi kandırmış olmuyor mu?

Abone Ol

Herkesin malumu olduğu üzere, son günlerde kamuoyu, 400 sahte diplomalı akademisyenin varlığına dair haberleri tartışıyor. 400 kişinin diplomasız şekilde akademik statü kazandığı haberleri kısa süreli bir infiale neden oldu. Ancak bu infial üzerinde durulması gereken başka bir şaşkınlığı doğuruyor...

Gerçekten şaşırmamız gereken tek şey, 400 akademisyenin diplomasız olması mı?

Elbette bu durum şaşırtıcı ve hatta skandaldır. Ancak yıllardır üretmeyen, sorgulamayan, liyakatsiz ama “diplomalı” olduğu için meşru kabul edilen binlerce akademisyenin varlığına neden şaşırmadığımız sorusu üzerine düşünme fırsatı değil midir?

Öncelikle bu meseleye yalnızca bireysel sahtekârlık hikâyeleri olarak bakmak büyük bir yanılsamadır. Mevcut durumu belirli bir düzen ve sistem içinde düşünmek gerekiyor. Eğer bataklık varsa, çamur sıçrar. Burada çamurun kime sıçradığından çok, o bataklığın nasıl yıllarca kurutulmadığına odaklanmak gerekir.

Bu nedenle akademiyi değerlendirirken, kişileri yalnızca bireysel ahlak çerçevesinde yargılamak, yapısal körlük olur. Hiçbir sahte diplomalı, o sahteciliği “besleyen” bir düzen olmadıkça sistemde tutunamaz. Bu yüzden, mesele sadece birkaç kişinin prosedürleri ihlal etmiş olması değil, prosedürlerin kendisinin yıllardır bir “formalite” haline gelmiş olmasıdır. Şu aşamada asıl konuşmamız gereken, bu formalite düzeninin nasıl meşruiyet üreten bir yapı gibi gösterildiğidir.

Burada kişisel sorumluluklardan elbette söz etmeliyiz. Ama kişileri anlamak, onları bireysel niyetlerin ötesine taşıyarak, hangi sistemin mekanizmaları içinde sahtekârlık yaptığını görmekle mümkün olur. Dolayısıyla burada sisteme dayalı bir sorundan söz etmek elzemdir ve bu kişiler bir “istisna” değil, sistemin yapısal boşluklarının, görmezden gelinen zaaflarının doğal ürünleridir.

Akademik kariyerini ilişki ağlarını devreye sokarak, nasıl tamamladığı malum olan onca örnek varken; bu kişilerin prosedürleri yerine getirmiş olması, 400 sahte diplomalıdan farklı olmaları için yeterli nedeni oluşturuyor mu?

Şöyle soralım:

Sahip olduğu ilişki gücü sayesinde doçent olan, diplomasını “resmi” olarak alırken her basamakta ilişki ağlarını devreye sokan kişiyi sahte diplomalılardan ayıran şey nedir?

Makale yazarken, jüriye girerken, kadro alırken bu ilişki ağlarının ne kadar belirleyici olduğunu bilmiyor muyuz?

Uzun yıllardır akademinin içinde bulunmanın verdiği tecrübeyle rahatlıkla söyleyebilirim ki bu sorular kimse için sürpriz değil. Geçtiğimiz günlerde, akademik kariyerinde 10 yılı aşmış bir dostumla bu konu üzerine konuşurken, çalıştığı üniversitedeki acı tabloyu paylaştı:

300'ün üzerinde Öğretim Üyesi, Dr. ve Asistan, 3 yıldır hiçbir akademik makale, araştırma yapmamış ya da bilimsel üretim gerçekleştirmemiş.

Bu, aşçı olup yemek yapmamaya benziyor. Ya da yapamamaya…

Dolayısıyla diploması olanlarla diploması olmayanlar arasında kültürel ve zihinsel anlamda bir farktan söz etmek giderek zorlaşıyor. Kâğıt üzerindeki prosedürlerin yerine getirilmesi, sistemin ve toplumun gözünde “yeterli” görünebilir. Ama asıl trajedi burada başlıyor:

Diplomanın kâğıt üzerindeki doğruluğu, o diplomaya meşruiyet kazandırmaya yetmiyor.

Bu tablonun içinde “hızlı yükselişleri”, “durdurulamaz terfileri” izliyoruz.

Makale yazarken, akademik dosya hazırlarken, “kimin yanında yer aldığına” göre kariyer planlayanların çoğunlukta olduğu bir sistemde, sahte diplomalılara bu kadar öfkelenmek ne kadar anlamlı?

Evet, sahte diplomalılar sistemi kandırdı.

Ama ya diploması gerçek olup ömrü boyunca hiçbir şey üretmeyen, sadece statüsüne yapışarak akademik bürokrasinin içinde yer tutanlar?

Onlar sistemi kandırmış olmuyor mu?

Hatta statü gücünü, zorbalığa dönüştürenler ve zorbalıkları sayesinde kazanım elde edenler, bu sahte düzenin görünmez aktörleri değil mi?

Bugün akademik camiada diplomaların nasıl alındığı, terfilerin hangi “yol ve yöntemlerle” gerçekleştiği, intihallerin ne boyutta olduğu, yayınların nitelik mi yoksa sayı odaklı mı yapıldığı ayrı ayrı tartışılmalı.

Ancak tüm bu başlıklar, sahte diplomalı tartışmasının kalbinde duran temel soruyu güçlendiriyor:

Sahte diplomalıların varlığı, akademinin içinde barındırdığı sahte meşruiyet krizinin sadece gözle görülür hale gelmiş biçimi olarak yorumlanabilir.

Sahte diplomalılara gösterdiğimiz tepkinin onda birini, yıllardır üretim yapmadan koltuklarını koruyanlara göstermiyoruz.

Bu yüzden sormamız gereken soru çok açık:

Bu sahte düzeni kanıksamak mıdır asıl skandal, yoksa bu düzenin doğal ürünü olarak karşımıza çıkan birkaç sahte diplomalıyı hedef göstermek mi?