İSMAİL BAŞARAN

İlk orucumu tuttuğumda 10 yaşındaydım. Hatırımdan hiç çıkmayan o gün, ev halkının ‘Dayanamazsın, daha çok küçüksün, sana günah yoktur’ yakarmalarına direnerek güç bela sahura kalkmıştım. Babaannemden dedemden işittiğim küçük yaşta tutulan orucun büyüklerinkinden daha sevap olduğuydu. Dedemin öğrettiğiyle bir gayret oruca niyetlendim.

Sabah olunca oruçlu olmanın huzuruyla uyandım. Bizimkilere ‘Bakın gördünüz mü bir de dayanamazsın diyordunuz, nasıl da dayanıyorum’ diye nazire yapıyordum. Babaannem ‘Maşallah benim yavruma’ diye cesaret veriyordu. Kendimi bildim bileli büyükler orucun yarısını uykuya tuttururlardı. Ben Allah’a verdiğim sözden aldığım güçle sabah erkenden kalkmıştım oysa. Biraz sonra sokağa çıktım. Oruçlu olmanın neşesiyle şen şakrak oyuna dalmıştım ki bir zaman sonra acıktığımı hissettim.  Öğleye doğru açlığım doruk noktaya çıkmış, sabrım tükenmişti.

Anamın hazırlamaya başladığı yemeklerin kokusu burnumda tütüyor, gittikçe tahammül edilemez bir hal alıyordu. Baktım olacak gibi değil kimseye sezdirmeden dolabın kapısını açarak aç kurtlar gibi yemeklere saldıracaktım ki arkamdan bir ses yükseldi:

Dedem, “Evladım hani sen oruçluydun bugün, ne yapıyorsun bakayım orada” deyince, utandım. Allah’a verdiğim sözü hatırladım.

Ne büyük yemin etmiştim.

Bir an orucumu bozmanın günahı çocuk ruhumda dayanılması güç bir azaba dönüşmüştü. İrkildim. O an ne olursa olsun orucumu bozmayacağım diye kendi kendime söz verdim. Öyle de yaptım. Uyuya kalka, geze toza, ağlaya sızlaya akşama kadar orucu tuttum.

İftar vakti yaklaştıkça mutfaktan nefis kokular geliyordu. Biz çocuklar büyüklerimizin yanına kıvrılmış, topun patlayacağı, müezzinin yanık sesiyle segah makamında okuyacağı akşam ezanının sesini bekliyorduk. Dakikalar geçmek bilmiyordu ki, günün ilk ışıklarıyla beraber başlayan o çileli yolculuk, ‘Allahüekber, Allahüekber’ sesleriyle yerini manevi bir huzura, Allah’a karşı verdiğim sözü tutmuş olmanın sevincine bıraktı. İftar sonrası babam ve dedemle birlikte teravih namazı için camiye gittik.  Çocuk aklımızla büyüklerimize ayak uydurmaya çalışıp, onlarla birlikte tekbir getirip, kıyama durarak ardından da rukûye gidip secde ederek ilk teravih namazımı da kılmıştım.

O gün kendimi büyümüş gibi hissettim. Daha 10 yaşındayken büyüklerimizin bile tahammül etmekte zorlandığı orucu tutmuş, onlarla birlikte teravih namazını kılmıştım. Ramazan ayı ne mübarek bir aydı. Daha küçücük bir çocukken farkına varmıştım.

Eskiden Ramazan ayı hazırlıkları bir ay öncesinden başlardı. Anam o ak saçları, gözlerindeki o buğulu bakışları, ılık bir yağmur damlası gibi yüreğime dökülen sözleriyle benim için cennetten bize emanet edilen bir melekti sanki… Allah’ın hasta kalplere şifa olsun, sevgisiyle, şefkatiyle, merhametiyle saadet dolu bir yuvanın temel direği olsun diye bizlere bahşettiği anam, konu komşuyu bizim 2 katlı, duvarları zamana dayanamayarak çatlamaya başlamış eski evin zar zor ısınan odasında bir araya getirir, köy makarnası dediğimiz kare şeklindeki erişteleri hazırlamaya başlarlardı.

Bizim evin yıkık dökük odasındaki bu manzara zaman zaman gözümde canlanır da Ramazan’a yolculuk denilen o günlerin özlemini halen bir vefalı yar gibi yüreğimde taşırım.

Ramazan’a uzanan günler yaklaştıkça alışverişler yapılır, mutfak ağzına kadar tıka basa doldurulurdu. Allah sizi inandırsın Ramazan ayındaki bereketi hiçbir ayda bulamazdık. Eskiler boşuna dememişler Ramazan ayı af, mağfiret ve bereket ayıdır diye.

Ramazan denildi mi hatıra gelen iftar, teravih ve sahurun yanı sıra minarelerin gerdanına takılan ışıltılı mahyaları da unutmak olmaz.  Mahyalar, ya bir ayet, ya bir hadis ya da bir vecize ile büyük camilerin minarelerin arasına günler öncesinden mücevher gibi asılırdı. Köyden bir akrabaya, eşe dosta iftar için şehre geldiğimizde birbirinden güzel mahyaları görür ve kendi kendimize “Ramazan ayına kavuşturduğun için sana şükürler olsun Rabbim! Bu mübarek günlerin huyu suyu hürmetine bizlere Rahmetinle muamele et” diye dualar ederdik.

Türkiye'de Numara Taşıma Sayısı, Ülke Nüfusunun 2 Katını Geçti Türkiye'de Numara Taşıma Sayısı, Ülke Nüfusunun 2 Katını Geçti

Anam ve komşu kadınlar, Ramazana hazırlık yapadursun biz çocuklar dedelerimizin, ninelerimizin dizi dibinde masallar, menkıbeler dinlerdik.

Özel kanalların yaşamamıza girmediği ve rekabeti köpürtmediği o zamanlarda devletin kanalı TRT’de yayınlanan Ortaoyunları, Karagöz Hacivat gölge oyunu, Ramazan ayına özel diziler, programlar bu mübarek ayı, bir şenlik havasına dönüştürürdü.

Kur’an tilaveti, evlerimize ruhunu veren ilahi bir sesti.  Anam ve bizim evde toplanan komşu kadınlar saf saf dizilir, aralarındaki en yaşlı kişinin imametinde Teravih namazını eda ederlerdi. Rengarenk seccadeler kadınların bembeyaz örtüleriyle buluşur manevi bir tılsım gibi etrafı aydınlatırdı sanki.

Ne özlenesi günlerdi Yarabbi!

Zaman her şeyi olduğu gibi eski Ramazanların o ihtişamlı, yüreklere nur saçan manevi iklimini de savurup gidiyor ne yazık ki! Buna rağmen 11 Ayın Sultanı Ramazan, bir Müslümanın saf ve doğruluktan şaşmaz yüreğinde her daim sevinç ve huzur vesilesi olmaya da devam ediyor.

Bizler nenelerimizden, dedelerimizden “Ramazan ayı sevgidir, Ramazan ayı barıştır, Ramazan ayı paylaşmaktır, merhamet ayıdır Ramazan, insanı insana, insanı Rabbine yakınlaştıran rahmettir, mağfirettir.” diye işittik.

Bizler dünyamızı ve ülkemizi saran kasvetin, ızdırabın, yoksunluğun acısıyla karşılıyoruz Ramazan ayını bu sene. İçimizde filizlenen manevi huzurun tesiriyle 11 Ayın Sultanına bir kez daha;

Hoş geldin ey mübârek Kur’ân ayı…

Hoş geldin ey günahların hazan mevsimi, sevapların harman ayı… Hoş geldin ey gönülleri nûra doyuran, yüreklere “Gül” kokuları duyuran Ramazan ayı…

Hoş geldin ey orucun farz kılındığı, yılın en kutlu zamanı... Hoş geldin ey ayların en fazîletli olanı… Hoş geldin ey huşû, hayır ve bereket ummanı… Hoş geldin ey; canımızı Hakk’ın yoluna koymaya, kalbimizde O’nun aşkını duymaya, her ânımızda İlâhî Mesaj’ın emir ve yasaklarına uymaya vesile olan “Üç Aylar”ın hakânı... diyoruz.

Editör: TE Bilisim