İSMAİL BAŞARAN

Sükût...Şimdilerde, manası çok derinlerde kalmış ve sözlükteki karşılığını 'susmak, sessizlik' şeklinde bulmuş sihirli bir kelime...

Oysa sükût, sessizliğe oranla birden fazla anlamı içeriyor...  Sessizlik sadece susmak iken, sükutun olduğu yerde dinlemek, düşünmek ve tefekkür etmek vardır...Sükûtla anlamını bulan insanın kendini dinlemesi ise idrak etmenin çıkış yoludur...Sükût aynı zamanda edebe davet eden bir eğitici, insanı inşa etmekte önemli bir öğretmendir...

Sükût; insanın içinde gizli bir hazineydi.  İçimizde saklı duran ve söylenemeyen bakışlarımızın boşluğunda büyüyen nice sözcüklerin eninde sonunda içine düştüğü derin bir kuyu, manasını yitirerek sese karışan duygulardan daha fazlasıydı.  Materyalist düşlerin yalnızlığından mana aleminin dinginliğinde huzur bulmaktı.

Eski zaman insanlarının ‘Söz gümüş ise sükût altındır’ diye övdüğü değerli bir mücevher, olan ile olmayanı, görünen ile görünmeyeni ayıran sırat çizgisi gibi bir varoluş haliydi Sükût.

İnsanın sadece lisanı değildi sükûtun önünde biat eden, zihni de kalbi de sükûtun ferahlatan rüzgarına bırakırdı kendini.

Çağımız gürültü çağı. Kentler her anı tıka basa doldurulan Tanpınar’ın deyimiyle ‘Uğultu Değirmeni’ni andırıyor. Ne lisanımızı, ne zihnimizi ne de kalbimizi durup dinlendirmeye; benliğimizi sessizliğin ferahlatan duasına bırakmaya vakit bulamıyoruz. Sessizliğin bizi yalnızlaştıran bir boşluk hali olduğuna inanıyoruz.

Oysa kadim medeniyetler, sükûtu daima değerli kılar, insanın sessizliğe bürünerek kendi iç sesine kulak verebileceği ve kendi iç sesinde varoluşunu keşfedebileceğini düşünür.

Prof. Dr. Kemal Sayar sükûta dair; “Batı kültürünün bir özelliği de boşlukları doldurmak. Öte yanda, dili daha küçük doğrusal birimlere ayrıştıramayan kültürlerde, sessizlik de konuşma yerine geçer. Uzun veya kısa sessizliklerle bir kelime diğerinden ayırt edilir. Konuşmaya gerçek anlamını sağlayan şey sessizliğin ta kendisidir. Sözgelimi Eskimo dilinde tek bir kelimenin kısa bir şiir olabileceği söylenir. Şiir biraz da dile gelmeyendedir.” der.

Gürültü çağında sükût, tepkisizlik olarak yaftalanır. Bu nedenle yaşamın dışında tutulmak istenerek çağımızın yapısal hatası olarak görülmüştür. Oysa bilginin yayılımı ve bilgeliğin inşası için dinlemek, dinlemek de susmakla mümkündür. Günümüzde konuşmaktan kastımız belleğimizdekileri durmaksızın karşımızdakine boşaltmaktan ibaret kalıyor.  Hepimiz konuşmak istiyoruz ancak konuşmak için önce sessizliğin olması gerektiği gerçeğini yok sayıyoruz. Konuştukça kendimizi ve muhatabımızı ne kadar kıymetli ve özel olduğumuza ikna ediyoruz. Bu nokta sessizlik, benliğimizin ardındaki hakikatin duyulup bilinmemesi endişesinden başka bir şey değil aslında.

Aldous Huxley, çağımızı ‘gürültü çağı’ diye tanımlıyor. Teknolojinin yaşamımızı her geçen gün daha fazla esir alma hali aynı zamanda sessizliğe pırangalar vuruyor. Reklam endüstrisinin insanın arzularını provoke etme hali onu özünden de uzaklaştırarak ait olmadığı bir dünyanın ortasına bırakıyor. Yapayalnız ve savunmasız.  Sessizliğin insanı bilgeleştiren gücü,   kendi iç sesini duyumsayarak olgunlaştırma haline her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var oysaki. Çünkü sessizliğin belleğinde tanımlanamayan hiçbir şey olmadığı gibi her şey apaçık ortadır.  Hiçbir bulanık kalmaz.

Joseph Görres sessizliği ifade ederken şu ifadeleri kullanır:

“Sessizliğin aktif bir güç  olmaktan çıktığı bi yerde; sükûnetin insana bir faydası dokunmaz .çünkü sessizliğin olmadığı bir yer insan elden ayaktan düşer ve  tükenir. Bundan dolayı, her yeni başlangıçta kaçınılmaz bir istikrarsızlığa sahip köpeklerle hiç durmadan ağır adımlarla yürümek zorundadır.”

Sessizlik, birey ile toplum arasındaki kollektif uyumu destekler.  Modern dünya da birey ile toplum birbirine zıt bir şekilde konumlansa da sessizliği birlikte karşılar.  Çağımız, bireyi gürültüyle sessizlik arasındaki kendi iç hapishanesine hapsediyor.  İnsanı sessizlikten soyutlayarak gürültünün kaotik ve işlevsiz dehlizlerine itiyor. İnsan bu yaşam biçiminde adeta kaderine terkedilmiş bir şekilde çaresizlikten kıvranıyor.

Sessizliğin özünü kavramaktan yoksun modern dünyanın bireyi, yaşamın her alanında kendisine sunulan nesnelerin altında ezilir. Onlara kayıtsız kalamaz. Bir şekilde karşılık vermek zorundadır çünkü kendisini kuşatan nesnelerle bir bağ kurmak zorundadır.  Bununla birlikte insanın kendisine saldıran çok sayıdaki nesneyi karşılayabilmek ve onlara duygusal bir tepki verebilmesi için elindeki tüm kaynaklar yetersizdir. Dolayısıyla insanı, nesnelerin istilasından kurtarabilmek için sessizliğin dünyası ile insanın yeniden bir ilişkiye sokulması gerekmekte ve bu sayede insan ruhunun yeniden inşasını mümkün kılınabilmektedir.

Sükut ettikçe etrafımızdaki nesnelerin de konuştuğunu ve bize bir şeyler anlatmak istediklerini duyumsarız.

Şairin dediği gibi:

Sakin ol

Duvardaki tuğlaları dinle

Sessiz ol, onlar

Senin ismini söylüyor

Kimsin sen

Kimsin?

Kimin sessizliğisin

Sessizlik dilin söylemediklerimizin bestesidir.  Kulak verip dinlediğimizde büyülü şarkıları fısıldar.

Bir keşiş, üstadına sormuş: 'İlk Kelime nedir üstad?' Üstad sessiz kalmış. Keşiş, başka bir üstada gitmiş ve bu hikâyeyi anlatmış. 'İlk Kelime sana zaten söylenmiş' demiş bu üstad.

Sükut içimizde kilitli kalmış bir hazinedir, o hazinenin kilidini açtığımızda içimizdeki mücevheri keşfetmiş oluruz.

*Fotoğraf: Nuri Bilge Ceylan / Uzak filmi

Editör: TE Bilisim