İNCELEME: FATİH BELGİ

Şair, yazar ve düşünür İsmet Özel’in İstiklal Marşı Derneği’nin internet sitesinde yayınlanan VAKİT ÇALIŞARAK MI, YOKSA EĞLENEREK Mİ GEÇSE DAHA İYİ? başlıklı yazısında;

“Her şey Türklerin tarih sahnesine çıkışıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Eğer Türkler, tarih sahnesine çıkmamış olsaydı dünyanın gayri-müslim unsurları, Haçlı egemen bölgeleri icat etmek üzere harekete geçmeyecek ve modernleşmenin göz önündeki safhaları yaşanmayacaktı” ifadeleri yer alıyordu.

Bize, yani okuyuculara tarihsel bir şablon sunan yazar, “tarihin bir döneminde” Batı’da cereyan eden ekonomik, kültürel ve sosyal dönüşümlerin Türklerin tarih sahnesindeki rolünden kaynaklandığını vurgulamaktaydı. Bu sayede Türklerin tarih yapıcı ve tarih yaptırıcı rolüne dikkat çeken Özel, aynı zamanda Batı-merkezli tarih yazımına yönelik eleştirel tutum takınır. Tabii bunun ne kadar başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Eş zamanlı olarak, İsmet Özel literatürü incelendiğinde bu ifadelerimiz daha iyi anlaşılır.

Diğer açıdan İsmet Özel’in farklı yazılarında da Batı modernleşmesinin ortaya çıkmasının koşulu Türklerin tarih sahnesindekirolüne havale edilir. Bu iddia her ne kadar Batı-merkezli tarih anlayışlarını eleştiriyor gibi görünse de Batı-merkezli anlayışların yeniden üretildiği bir alan olarak kavranmalıdır. Öncelikle bilinmesi gerekir ki “tarih sahnesine” çıkma argümanı Batı’da belirli tarihsel koşullar altında üretilmiş teorik sistemin mottosudur. Özel, bu argümanın felsefi arka planını eleştirmekten ziyade ona yaslanarak Türklerin tarih sahnesindeki kritik varlığını kanıtlama çabasına girişir. Söz konusu çaba ise Batı’nın çizdiği sınırlar dairesinde gerçekleşir. Bu yüzden Özel’in eleştirdiği nokta kocaman bir teorik sistem değildir, bilakis bu teorik sistemin içerisinde yer alan rollerdir.

Örnek vermemiz gerekirse; Hegel, Tarih Felsefesi kitabında Batı dışı dünyadan söz ederken; Afrika mı, Sibirya mı?orası tarih dışıdır, diyerek bu uzamları dikkate değer görmez. Diğer bir ifadeyle tarih sahnesinden sürgün edilenler, tarihsel sürecin herhangi bir noktasında bulunmadığı gibi tarih yapacak iradeden de yoksun olarak sunulur. Hegel’in kavrayışında var oluş tarihe indirgenir. Batı dışı dünyaya tarihsel rol tanınmaz. Tarih sahnesinde yer almayana var oluş payı biçilmez. Özel de Türklere bu sahnede bir var oluş rolü tanır. Üstelik bu role göre Türkler, Batı modernleşmesini koşullayan bir güçtür. Örnek teşkil eden teorik sistem terk edilmiş görünmez, bilakis bu sistem model alınır ve öznelerin rolleri değiştirilir. Yani güneş-dil-tarih teorisine benzer şekilde, Türkler medeniyet yayıcı olarak sunulur. Nihayetinde dünyayı etkisi altına alan gelişmelerin zemininde Türkler yer alır.

Ayrıca sahne metaforu üzerine de düşünmemiz gerekir. Sahne kavramını farklı şekillerde yorumlamak mümkündür. Çünkü sözlüğe baktığımızda çeşitli anlamlara gelmektedir. Lakin “sahneye çıktı” ifadesi bizlere teatral bir gösteriyi çağrıştırır. Bu durumda sahnede olanlar ve olmayanlar şeklinde ayrım yapmak zorunluluk haline gelir. Peki, teatral gösteride sahnede kimler bulunur?

Elbette sahnede birtakım imtiyaza sahip kimseler yer alır. Bunu yetenek sahibi kimseler ya da eğitim almış kimseler olarak ifade edelim. Fark etmez, esas olan bu imtiyazı elde etmiş kimselerin sahnede olduğu gerçeğidir. Bu durumda sahnede olanların ayrıcalığı; oyunu kurmaları, onu oynamaları-oynatmaları ve bu beceriye sahip olmalarında saklıdır. Sahne dışındakiler ise bunu izlemekle yetinir. Belki sahne dışındaki bakışlar oyunu ve oynayan özneyietkileyebilir. Lakin esas itibariyle oyunu oynayan özneler, sahnede olmaları bakımından ayrıcalık sahibidir. Sahnenin kurulum mantığı da buna uygun görünür. Kısacası tiyatro sahnesi değişmez. Yani o sahne Batı tarihselliğidir. Kısacası teatral sahne konsepti bir grubu içerirken bir grubu dışarıda bırakır. Özel’in yaslandığı tarihsel şablon da böyledir.

İsmet Özel bu yazısında Türkleri tarih sahnesinde gösterir. Aslında bazı Batılı düşünürlerin “tarih sahnesinde olan” ve “tarih sahnesinde olmayan” ayrımını özümseyerek tartışmasını yürütmüş olur. Bu tartışma güdüsünü koşullayan unsurun gelişmemişlik ve zayıflık türevi kompleksler olduğunu iddia edebilir miyiz? Var oluşunu; tarih sahnesinde olmakla, militer güçle ve despotizmle sınırlandırmış kırılgan aydının bu kompleksi taşıdığını savunabiliriz.

Özellikle Tanzimat Dönemi'ne kadar geri götürülmesi mümkün olan süreçte yürütülen tartışmaları takip ettiğimizde Batı tarihselliğine entegre olma arzusunun hayli şehvetli olduğu görülür. İsmet Özel de benzer bir reflekse sahiptir. 'Onlar modernleşti ama onları bu şekilde tarih yapmaya iten unsur da Türklerin tarih yapıcı rolüdür' diyerek Batı’nın mevcut tarihselliğini önceleyen bir şablon sunulur.

Tam da bu noktada üstün olan kim sorusunun yanıtı yeniden yapılandırılır. Oysa esas mesele üstünlük ve aşağılık kategorileridir. Böylesine değer ve şiddet yüklü kavramlarla düşünmenin kendisini sorun olarak ele aldığımızı önemle vurgulamamız gerekir. Özel, eleştirel tonunu yoğunlaştırırken Batı’nın dışlayıcı dilini terk etmiş görünmez. Aksine o dili kendi “çıkarlarına” uygun kullanma gayretinde bulunur. Bizce bu dilin dışında düşünmenin olanakları sorgulanmalıdır. Bu bağlamda var oluşu tarihe indirgemek yaşam formlarını dışlamak anlamına gelir.

Sonuç itibariyle şu soru üzerine düşünebiliriz; tarih, var oluşun tek kanıtı mıdır?