Mültecilik, göç ve hukukun kesişim noktasındaki dinamikleri anlamak için önemli bir perspektif sunan Göç Araştırmacısı Av. Nurdan Çiçek ile bir araya geldik. Kendisiyle, küresel göç hareketleri, mültecilerin hukuki hakları ve bu alanda karşılaşılan güncel sorunlar üzerine kapsamlı bir röportaj gerçekleştirdik.

Hoş geldiniz hocam, röportaj için teşekkür ederiz. Nurdan Çiçek kimdir, hangi alanlar üzerine araştırma yapar? İsterseniz ilk olarak böyle başlayalım.

Hoş bulduk. Bana bu fırsatı sunduğunuz için asıl ben teşekkür ederim. Mesleğim avukatlık ve özellikle göç konusuna yoğunlaşan bir çalışma alanım var. Lisans sonrası dönemde de bu alanda çalıştım ve o günden bu yana göç meselesini farklı yönleriyle ele almayı sürdürüyorum. Göçün bireysel ve sosyal etkilerini ve hukuki boyutlarını hem profesyonel hem de gönüllü olarak yaptığım işlerde gündemde tutmaya özen gösteriyorum.

Göç meselelerinden önce hukuku nasıl tanımlarsınız? Yasa ve adalet arasında fark görüyor musunuz?

Sorularınızın geneline baktığımda, yasa ve adalet arasındaki çelişki ile yasayı koyanın kim olması gerektiği üzerine şekillenen kadim tartışmalar ekseninde düşünceler geliştirdiğinizi görüyorum. Yalın bir cevap vermem gerekirse, her yasal olanın -özellikle günümüz yasalarını baz aldığımızda- adaletle eş değer bir yerde olmadığını düşünüyorum. Bu değerlendirme, yasaların kaynağı ve yürütülme şeklinden ayrı bir yerde değil.

Adalet ve hukuk tanımına gelirsek, adalet basit ama güçlü bir ifadeyle, "bir şeyi yerli yerine koymak" tır denilmiştir, buna katılıyorum. Bu "yerli yerinde olma" durumunu açıklayan, yani kişinin lehine ve aleyhine olanı bilmesini sağlayan ve bunu düzenleyen bütüne de hukuk diyoruz. Bu bağlamda, hukukun "olması gereken" tanımını yapmış oluyorum: Hukuk, adaleti tahsis etmesi gereken kurallar bütünüdür benim için.

Mesela mültecilik diye bir statü var ve bu statüye göre haklar değişkenlik gösteriyor. Açıklık kazandırmak adına göçmenlik, mültecilik gibi kavramların hukuki açıdan ne ifade ettiklerini kısaca anlatır mısınız?

Bu sorunuzun teknik bir soru olduğunu düşünüp o çerçevede cevap vermeye çalışacağım.

Göçmenlik ve mültecilik kavramları, günlük dilde sıklıkla birbirinin yerine kullanılsa da, aralarında önemli farklar bulunmaktadır. Göçmenlik, daha kapsayıcı ve sosyolojik bir tanımı ifade ederken, mültecilik ise tamamen hukuki bir terimdir. Göçmen denildiğinde, genel anlamda farklı hukuki statüler kast edilebilir. Ancak mültecilik, 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesi ile çerçevesi belirlenen spesifik bir statüyü ifade eder. Bu statü, mülteci olarak tanımlanan kişilere belirli haklar tanırken, aynı zamanda onlara bazı sorumluluklar da yükler.

Türkiye’nin taraf olduğu Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 Cenevre Konvansiyonu’nun 1/A maddesi, mülteci tanımını net bir şekilde yapmıştır. Söz konusu maddede şu ifadeler yer alır:

"1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa, bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır."

Bu tanıma ek olarak Türkiye, 1967 New York Protokolü’nü coğrafi sınırlama ile uygulamaktadır. Bu durum, Türkiye’de mülteci statüsü verilmesi için Avrupa’dan gelme şartını beraberinde getirmektedir. Coğrafi sınırlama, hukuki olarak Türkiye’de mülteci sayısının sanılanın aksine düşük olmasının temel nedenlerinden biridir. Göçmenlik, en yalın haliyle bireylerin bir yerden başka bir yere taşınmasını ifade eden sosyolojik bir kavramdır. Bu hareketler ekonomik, sosyal, kültürel veya çevresel nedenlere dayanabilir. Göçmenlik, gönüllü ya da zorunlu olabilir ve her zaman hukuki bir statü doğurması gerekmez. Örneğin, daha iyi bir yaşam standardı arayışıyla başka bir ülkeye taşınan kişi "göçmen" olarak tanımlanır.

Göçmenlik ile mültecilik arasındaki bu temel farklar, hem hukuki hem de sosyolojik bağlamda önemli bir ayrımı ortaya koymaktadır. Göçmenlik, bireylerin hareketliliğini ve bu hareketliliğin nedenlerini incelerken, mültecilik daha çok uluslararası hukuk perspektifiyle değerlendirilmektedir.

Hiç şüphesiz göç kavramı çok geniş bir kategoriyi ifade ediyor. Mevcut kavramı biraz daraltıp soracak olursam, özellikle ‘orta doğu’ coğrafyasında savaş kaynaklı göçün yaygın, olduğunu görmekteyiz. Bu noktada mülteci yasaları, insan hakları gibi birtakım hukuki düzenlemeler bu bölgede savaşın sebebi olan devletlerce yapılmakta; savaşın sebebi olanlar çözüm noktası olarak kendi düzenlemelerini işaret etmekte. Burada bir çelişki yok mu?

Bu gerçekten güzel ve temel bir tartışma sorusu. Aynı zamanda insan hakları felsefesinin en temel sorunlarından birini ortaya koyuyor. Hakların gerçekten evrensel olabilmesi için devletlerden bağımsız bir düzleme oturtulması gerektiği, alanda sıkça dile getirilen bir mesele. Bu konuda yapılan tartışmaların ortak önerileri, uluslararası toplumun savaş ve mülteci krizlerini yaratan devletlere karşı daha güçlü bir hesap sorma mekanizması geliştirmesi gerektiği yönünde birleşiyor. Bu yalnızca teorik bir gereklilik değil, aynı zamanda pratik bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. İnsan hakları ve uluslararası hukuk, bu çelişkiler giderilmeden tam anlamıyla işlevsel hale gelemez.

Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, savaşın sebeplerini yaratan devletlerin mültecilik düzenlemeleri yapması, “ex injuria jus non oritur” (haksızlıktan hukuk doğmaz) ilkesiyle doğrudan çelişiyor. Savaşların sonucunda oluşan mülteci krizlerinin çözümünün yalnızca savaşın failleri tarafından belirlenmesi, uluslararası hukukun meşruiyetini ciddi şekilde sarsar. Son kertede, bu durum bir meşruiyet krizini açıkça görünür hale getirir de.

Foucault’ya göre, mülteci yasalarını düzenleyen devletlerin aynı zamanda bu insanların mağduriyetine sebep olan savaşları sürdürmesi, iktidarın kendi meşruiyetini yeniden üretme çabasıdır. İnsan hakları çoğu zaman, devletlerin kendi politik çıkarlarını meşrulaştırmak için kullandığı bir araç haline gelir. Bu bağlamda, gerçek bir çözüm ancak insan hakları mekanizmalarının devletler üstü bir zemine taşınması ve güç ilişkilerinin sorgulanmasıyla mümkün olabilir.

Bu görüşle uyumlu olarak, John Rawls’un The Law of Peoples (Halkların Hukuku) adlı eserindeki fikirleri de dikkate değer bir çerçeve sunar. Rawls, uluslararası ilişkilerde adaletin temel ilkelerini ele alırken, savaşın sebeplerini oluşturan ve insan haklarını ihlal eden devletlerin uluslararası sistemde "uygar halklar" olarak görülmesini eleştirir. Rawls, "liberal halklar" ve "onurlu halklar" arasında bir ayrım yapar ve savaş çıkartan veya insan haklarını sistematik olarak ihlal eden devletlerin uluslararası toplumda izole edilmesi gerektiğini savunur. Rawls’un bu teklifinin son derece yerinde olduğu kanaatindeyim. Güçlü yaptırımları olmayan bir uluslararası hukuk sisteminin caydırıcı olamayacağı açıktır. Nitekim, Gazze’de gerçekleşen soykırımla ilgili olarak Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail hakkında aldığı kararlar karşısında, bu kararlara uyulmadığını bizzat gözlemliyoruz. Böylesi ciddi bir durumda uygulanabilecek yaptırımların güçsüzlüğü, uluslararası kararların etkinliğini zayıflatmakta ve bu kararlara karşı uluslararası toplum vicdanının da yaralanmasına neden olmaktadır.

Bu perspektiften bakıldığında, mülteci yasalarını düzenleyen devletlerin aynı zamanda mülteciliğin ortaya çıkmasına neden olması, adaletin temel ilkeleriyle açık bir şekilde çelişmektedir.

Özellikle son yıllarda ‘… işlerini yapacak insan bulamıyoruz, mülteciler bu işleri yapıyorlar ve düşük maliyete çalışıyorlar’ gibi birçok savunmayla karşılaşabiliyoruz. Hatta çocukların bu işlerde ucuz ücretlere çalıştırıldığını okuyor ve kimi zaman tanıklık edebiliyoruz. Bu tutumları insan hakları bakımından nasıl değerlendirirsiniz?

Maalesef bu, can yakıcı bir gerçek. İşçi hakları ve çocuk işçiliği konusunda kendi vatandaşlarımız için bile çözülmesi gereken pek çok mesele varken, göçmen işçilerin, eşitliksiz bir şekilde, sigortasız ve kötü şartlar altında denetimsiz bir şekilde çalıştırılmaları,  özellikle çocukların, okulda, ya da hayatın diğer alanlarında olmak yerine çalıştırılmaları, ciddi bir insan hakları sorunu olarak karşımızda duruyor. Bu durum, yalnızca çocuk işçi çalıştırma yasağını ve eşit işe eşit ücret ilkesini ihlal etmekle kalmıyor, aynı zamanda ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri de derinleştiriyor. İnsan haklarının sistematik bir şekilde çiğnenmesi, insanların hukuka duyduğu güveni zedeliyor ve toplumsal ilişkilerin bozulmasına yol açıyor. İnsan onuruna yaraşır bir yaşam sunmak ve bu tür sömürüyü ortadan kaldırmak, karar alıcıların öncelikleri arasında yer almalı kanaatindeyim.

Uluslararası toplum, bu tür ihlallerle mücadele etmek için bazı önemli düzenlemeler geliştirmiş durumda. Örneğin, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) belirlediği sözleşmeler, çocuk işçiliği konusunda net yasaklar getiriyor. 1973 tarihli ILO’nun 138 No’lu Asgari Yaş Sözleşmesi ve 1999 tarihli 182 No’lu Çocuk İşçiliğinin En Kötü Biçimlerinin Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi, çocukların çalıştırılmasını kesin bir şekilde yasaklıyor. Bu düzenlemeler, her çocuğun eğitim alma hakkına sahip olduğunu ve çalıştırılmalarının onların fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişimine zarar vereceğini vurguluyor.

Eşit işe eşit ücret ilkesi de uluslararası hukukta önemli bir yer tutuyor. Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ICESCR), herkesin adil bir şekilde ücret almasını garanti ediyor. ILO’nun 100 No’lu Sözleşmesi ise bu hakkın kadın-erkek ayrımı gözetmeden uygulanmasını öngörüyor. Ancak mültecilerin düşük ücretle çalıştırılması, temel bir hak ihlali olmasının yanında iş gücü piyasasında haksız bir rekabet de yaratıyor. Kazananın sadece patronların olduğu bu durum, yerel işçilerin haklarını tehdit ederken, mültecilere yönelik ayrımcı uygulamaları da pekiştiriyor. Aynı zamanda bu durum, ekonomik sömürünün açık bir örneği olarak ICESCR’nin insan onuruna uygun yaşam hakkını düzenleyen 11. Maddesine de açıkça aykırılık arz ediyor. Tüm bu mevzuatlar açık bir şekilde önümüzde dururken maalesef bu eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik ciddi politikalar geliştirilmiyor.

Mülteciliği homojen bir olgu olarak ele alabilir miyiz? Mesela kimsesiz mülteci çocuklar üzerine tez yazdınız ve bu çocuklar kimsesiz olması bakımından kırılgan grupların içinde de kırılgan konumunda. Ekstra kırılgan gibi. Bu nedenle epey karmaşık ve zor bir mesele önümüzde duruyor sanki. Sizin yorumunuz nedir?

Evet, tam da bahsettiğiniz gibi, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) ve UNICEF gibi kurumlar, özellikle mülteci çocuklar ve daha spesifik olarak refakatsiz mülteci çocukları, kırılgan gruplar arasında en hassas kesim olarak tanımlamaktadır. Bu çocuklar, dezavantajlı bireyler arasında da en korunmasız grup olarak öne çıkar. Göçmenlik, özellikle zorunlu bir göç söz konusu olduğunda, çocuklar ve engelliler açısından daha ağır sonuçlar doğurur. Bu nedenle, bu grupların özel olarak ele alınması, onlara yönelik hassasiyetin artırılması ve mevcut usullerin esnetilmesi ya da tamamen farklı yöntemlerin benimsenmesi büyük önem taşır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), refakatsiz çocuklara yetişkinlere uygulanan yöntemlerle yaklaşılması konusunda verdiği cezalandırıcı kararlar, bu durumun ne kadar yaygın ve ciddi bir sorun teşkil ettiğini göstermektedir. Kırılgan gruplara, yetişkin ve sağlıklı bireyler için hazırlanan prosedürlerin uygulanması, yeni mağduriyetlere neden olabilmektedir. Hem uluslararası hukukta hem de iç hukukta, özellikle refakatsiz çocuklara ilişkin özel düzenlemeler yer almakta, ancak önemli olanın, bu düzenlemelerin ne kadarının hayata geçirildiğini takip etmek, eksikleri belirlemek ve iyileştirmeye yönelik gerekli adımları atmak olduğuna inanıyorum.

İsmet Özel’den ilhamla sorumu yöneltmek isterim: Sebeb-i Telif şiirinde ‘idam mangasındasın içinde yasa varsa’ diyor. Mültecilik yasaları, mülteciliğin oluştuğu koşullarda mümkündür. Diğer yandan yasal düzenlemelerle korunmaya muhtaç olunan bu insanların koruyan-korunan denklemi bağlamında acizliği tasdik edilir, mevcut durumları meşrulaştırılır. Yasa bir nevi sonuç odaklı ilerler ve egemenin gücünü tescil eder. Bu aşamada Özel’in dediği yere gelmiyor muyuz? Yasalar, yasa koyucuların kudretini koruyan, onların varlığına hizmet eden bir düzeneğe dönüşme riski içermiyor mu?

Bu sorunun cevabı, Sebeb-i Telif şiirini bütünüyle anlamaktan geçiyor sanıyorum. Şiirin önceki satırlarında yer alan "Yasa mı? Kimin için? Neyi berkitir yasa?" ifadeleri, Özel şiirinden haberdar olan hukukçuların da sık sık atıf yaptığı mısralar. Buradaki vurgu, yasaların doğası gereği bir şeyi sıkılaştırması, şekillendirmesi veya kısıtlaması üzerine düşünmeyi gerektiriyor diye düşünüyorum. Aynı zamanda, bu soru, Kant’ın ahlak felsefesindeki temel bir çelişkisine işaret eder ve verdiğiniz cevaba göre dünyayı nasıl algılayıp yorumladığınızla doğrudan ilişkilidir. Bu arada bu kadar derin ve çok boyutlu bir sorunun ayrıca bir doktora çalışmasına konu olabileceği kanaatindeyim.

Zira yalnızca söz konusu şiirin kendisi, Kant’ın ahlak yasasına yönelik bir reddiye niteliğindedir ve insan ile ahlak ilişkisine, ahlakı belirleyen ilkelere dair temel bir tartışmanın tarafıdır. Burada vurgulanan modern "yasa", insanın kendi aklıyla ürettiği düzen ve kuralların eleştirisi olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda yasa, insanı hakikatten uzaklaştıran bir araç haline gelebilir. Özel’in itikadi duruşu, yasayı insanların değil, Allah’ın koyduğu bir düzenle anlamlandırmayı önerir. İnsan aklıyla oluşturulan yasalar, bir "sınır" ve "hapsedici" özellik taşırken; ilahi yasa, insanın varoluşsal hakikatine ulaşmasını sağlar.

Bu soruları/sorunları güncel bağlamda değerlendirdiğimizde, mültecilik yasalarının da benzer bir işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Bu yasalar, mültecilerin korunması için bir çerçeve sunsa da, aynı zamanda mültecilik olgusunun varlığını ve bu duruma neden olan koşulları meşrulaştırma riskini taşır. Bu durum, Özel’in eleştirisindeki "yasaların egemene hizmet etmesi" düşüncesiyle örtüşür. Son tahlilde mültecilik yasaları, mülteciliği yaratan temel sebepleri (savaş, sömürü, politik çıkarlar) sorgulamak yerine, bu durumu yalnızca yönetilebilir bir sorun olarak ele almaya evrilmiştir.

Daha da önemlisi, savaşa karar verenlerle yasalara karar verenlerin çoğunlukla aynı kişilerden oluşması ve karşılarında hesap sorabilecek, güçlü bir yaptırım gücüne sahip bir kurumun bulunmaması, bu pervasızlığı sürdürülebilir kılmakta ve böylelikle kamu vicdanında da "hukukun gücü" değil, "güçlünün hukuku" anlayışını güçlendirmektedir.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Derinlikli sorularınız için içtenlikle teşekkür etmek istiyorum. Bu sorular, adalet, hukuk ve göç üçgeni üzerine yeniden düşünmemi sağladı. Cevaplarım genel ve çerçeve niteliğinde kalsa da, bu konuların daha derinlemesine konuşulup tartışılması gerektiğine inanıyorum. Ancak yalnızca tespitlerde bulunmak yeterli değil; çözüm önerileri üzerine konuşmak ve bunların hayata geçirilmesi için somut adımlar atmanın gerekliliğini bir kez daha vurgulamak isterim.