Ülkemizde üzerine az düşünülen sessizlik, müzik ve ideoloji ilişkisini; müzikte Arabesk’ten Rap’e uzanan toplumsal dönüşümü, bu alanın en önemli isimlerinden Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Ergur konuştuk.
Hocam, öncelikle röportaj davetimizi kabul ettiğiniz ve nazik yanıtınız için çok teşekkür ediyorum. Söyleşiye, belki de en sade ama en çetin sorulardan biriyle başlamak isterim; İnsan, sessizliğe gerçekten katlanabilir mi?
Ben de size bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. Sorunuzda bir önkabul var: Sessizliğin katlanılması gereken bir şey olduğunu varsaymak. Sesle kuşatılmış bir dünyada yaşadığımız için sessizlik, başlı başına bir olumsuzluk, hatta ıstırap kaynağı olarak görülmektedir. Oysa sessizliğin kendine özgü bir gücü vardır. Sessizlik, sesin yokluğuyla, bazen sesin ifade edebileceği nice duygu ve düşünceden daha etkileyici olabilir. Kimi besteciler, sessizliğin önemini kavramış, eserlerindeki ifade gücünü, seslerin etkileşiminden olduğu kadar sessizliğin boşluğundan da almayı bildiler. Ses, dile ve müziğe dönüşürken medeniyeti kurar. Sessizlik, bu yüzden sanki bu dönüşümün aksi yönünde bir arızaymış gibi tasavvur edilir. Diğer bir deyişle, sessizlik, ilerlemeyi, hatta insanın insanî niteliğini tehdit eden bir istisna konumuna itilir. Sessizliğin bu gizli gücünü bir yana not edip sizin aslında sormak istediğiniz boyuta bakalım. İnsan yaşarken sürekli sessiz bir ortamda var olabilir mi? Sesle çevrili olarak yaşamaya alışmış durumdayız. Sessizlikle çevrili yani sesin olmadığı, en azından müzik hâlini alan bir ses düzenleme politikasının ürünlerine temas etmediği bir ortamda var olabilir mi? Böyle bir durumda kalırsa, insan ne kadar süre dayanabilir? Ses olmazsa insan çıldırır mı? Aslında yeryüzünde herhangi bir ortamda mutlak sessizlik içinde olmamız mümkün değildir. Bunun tek istisnası, psikolojide, mutlak uyaransızlık deneyi olarak tanımlayabileceğimiz deneyimdir.
İnsan eğer 36 santigrat derece değişmeyen sıcaklıkta kapalı bir tekne içinde çıplak olarak tutulur, yapay olarak her türlü ses, koku, ışık yalıtımında tutulursa, bir süre sonra akıl sağlığını yitirebilir. Bu deney, duyularının sürekli işlediği dünyada, insanın, dış uyaranlarla beslenen ilişkisel ve etkileşimsel bir varlık olduğunu gösterir. İnsan bu dünyayı bu etkileşimselliğin ürünleriyle anlamlı kılmaya çalışır. Etkileşimin iki önemli ürünü dil ve müzik olarak ayrıştırabilir. İnsan konuşarak insanlaşır; doğanın seslerini ehlileştirerek müzik yapar; böylece medenîleşir. İlerlemeye ve kendini doğadan ayrıştırma arzusuna olan inancına bağlı insan, konuşarak ve müzik yaparak var olur. Tersinden söylersek, insan, var olduğunu konuşarak ve müzik yaparak hisseder. Bu nedenle sessizliğe katlanmak zordur. Seslerle çevrilmiş dünya bize toplumsal bir varlık olarak yani etkileşerek yaşamaya devam ettiğimizi hatırlatır. Ancak bugünün küresel kültür akışkanlığı ortamında, sürekli tüketime dayalı var olma biçimimizde müziğin sürekli mevcudiyeti bir zorunluluk olarak, bence son derece totaliter bir şekilde kendini dayatıyor. Günümüz insanının sessizliğe tahammülsüzlüğü, bu nedenle bir müzik-yoğun var oluş kipinin dayatılmasının kaçınılmaz sonucu olarak görünüyor. İlginç bir şekilde, bunca müzikle doldurulmuş hayat kurgusu, aynı zamanda müziğin kendisi olarak var olamadığı, hep başka şeyleri taşıyan ya da işaret eden, beteri boşluk dolduran konumuna itilip işitildiği (mâruz kalındığı da diyebilirsiniz) ama dinlenmediği bir ortam şekillendirmektedir.
Müzikle fazla-dolu bir toplum hayatının yüceltilmesi, kapitalist güdülerin yanı sıra, bunca karmaşık ve akışkan hâle gelmiş toplum hayatının demokrasiye eğilim gösterirken bütün etik dayanak ve kerterizleri belirsizleştirmesi karşısında duyulan korkunun ifadesi olarak yorumlanabilir. Sessizlik, bu akışkanlık ve belirsizlik hâlinin bulanıklaştırdığı zaman mefhumunu, etik-estetik ölçütlerin silinişini, bireyin bu yerçekimsizlik hâli içinde coşkulu kayboluşunu açığa çıkarma potansiyelini barındırdığı için özenle kaçınılması gereken bir politik araç olarak görülüyor. Ancak bunca müzikle çevrili, ancak trajik bir şekilde müziksiz ortam, belki de tersinden bir sessizlik imgesi oluşturuyordur.
İnsan, yaşamının tüm evrelerinde —doğumdan ölüme, kutlamadan yasa kadar— müziği neden hep yanında taşır? Bu sürekli eşlik hâli, müziğin yalnızca kültürel bir öğe değil, aynı zamanda varoluşsal bir ihtiyaç olduğunu mu gösterir?
Doğada müzik yoktur. Doğanın seslerini seçerek, dönüştürerek, yeniden dizerek, sistemleştirerek, kısacası doğaya irade ekleyerek, yalnızca insan müzik yapar. Müzik, toplum hayatı gibi, normatif bir düzen anlamına gelir. Bu nedenle, müzik hem toplumsal normların simgesel ifadesi hem toplum hayatı için gerekli bir itki kaynağı olarak işlev görür. Müzik hem toplumsal olaylara eşlik eder hem onları yönlendirir. Bu nedenle, insan hayatının her aşamasında müziğin belli bir konumu ve işlevi vardır. Eşlik etmek, güçlendirmek, vurgulamak, iktidarı işaret etmek, duyguları ve durumları tanımlamak gibi sayısız işlev, müziği tamamen toplumsal bir olgu hâline getirir.
En bireysel müzik deneyimi bile toplumsal yüküyle yaşanır; zira duygularımızı nasıl deneyimleyeceğimizi yine etkileşimlerin sonucundaki toplumsallıktan öğreniriz. Diğer yandan bireysel olanın, toplumsal nitelikteki değerleri, pratikleri, eğilimleri belli ölçüde dönüştürücü gücü de vardır. Diğer bir deyişle, insan ve toplum sürekli etkileşim içindedir. İnsanın var oluşu, bu etkileşim içinde belirlenir ve sürekli dönüşür. Belki bazı biyolojik yatkınlıkların varlığından bahsedilebilir, ancak insanın, temel fizyolojik nitelikli olanlar dışında, mutlak anlamda var oluşsal ihtiyaçlarının olup olmadığı tartışılabilir; zira insan sürekli etkileşim içinde var olur. Her durumda müzik, bu etkileşimsel var oluşun ayrılmaz bir parçasıdır; hem kurucu hem temsil edici anlamında.
İdeolojiler müzik aracılığıyla yankılanabilir mi sizce? Yalnızca sözlü içerikle değil; ritmik yapı, tonalite, hatta sessizlikle bile ideolojik çağrılar yapılabilir mi?
Elbette, müzik hem dar hem geniş anlamıyla ideolojiktir. Dar anlamıyla belli bir doktrin ya da ideolojinin temsilcisi, taşıyıcısı, estetik ifadesi olarak tanımlanabilir. Bunun sayısız örneğini tarihten biliyoruz. Ancak müziğin ideolojik mahiyeti bununla sınırlı değildir. Müzik, belli bir zaman diliminde, belli bir toplumsal ortamda müzik olarak tanımlanır; normları belirlenir. O nedenle doğru müzik, makbul müzik, hatta bir ses düzenlemesinin müzik olarak kabul edilip edilemeyeceği hep toplumsal-ekonomik koşullara bağlıdır. Diğer bir deyişle müzik, üretim ilişkilerinin cinsinden şekillenir. Bu nedenle, müzik bütün ögeleriyle, anlam birimleri ve teknik bileşenleriyle (hatta tını, çalgılama, icra biçimleri, ses sistemleri, vb. gibi en teknik araçlarıyla) belli bir dünya görüşünün, insanın doğayı dönüştürme yordamlarının cinsinden tanımlanır, toplumsallaşır, kavramsallaştırılır ve içselleştirilir. İşte bu nedenle, müziğin her ögesi, belli ideolojik çağrışımlar yapabilecek kudrettedir.
Yalnızca sözlü müzik değil, çalgısal müzik, hatta bunun tekil ögeleri (sizin de belirttiğiniz gibi salt ritim bile) ideolojik mahiyettedir. Elbette müziğin dar anlamda ideolojik bir çerçeveye sokulması, onun çok özgül bir politikanın aracı hâline getirilmesi anlamına gelir. Bu tür politik müdahale, müziğin doğasında zaten var olan toplumsal-ekonomik karakteri, belli bir politik programın meşrulaştırılması için hem daraltmak hem yapay olarak araçsallaştırmak demektir.
Müzik, bir toplumun duygusal coğrafyasını yeniden çizme gücüne sahip midir? Tarih boyunca otoriter rejimlerin müziğe bu denli yatırım yapması, bu dönüştürücü etkiden mi kaynaklanır?
Müzik bir toplumun duygusal coğrafyasını ancak kısmen ve belli koşullar altında yeniden çizebilir. Müzik, bütün kültür ögeleri gibi, tarihin derinliklerinden birikimsel olarak taşınan bir toplumsal edinimdir. Politik kararlar, keyfî uygulamalar, bağlamsal koşulların zorlayıcılığı, bu edinimi ancak kısmî olarak dönüştürebilir.
Özellikle otoriter rejimlerin zaten mevcut halk müzik tür ve üslûplarını dönüştürücü yönde müdahaleler yaptıkları, bunların da belli ölçüde başarıya ulaştığını kabul etmeliyiz. Samba, Tango, Rebetiko gibi türlerin ticarî popüler müziğin ögelerine dönüştürülmesi gibi deneyimler bu müdahalelere örnek verilebilir. Ancak bu durumlarda bile, aslında toplum hayatının dönüşmeye başlamış, modernleşmeye, dünyaya açılmaya eğilimli hâle gelmiş bir durumda olduğunu da hatırımızdan çıkarmamamız gerekir. Otoriter rejimler müzikle belli bir ideolojik yönlendirme yapabilirler; ancak bütün politik güçlerine karşın, bu etki ya kısıtlı kalmaya ya da zaten uç vermiş olan bir dönüşüme yön vermekle kısıtlı kalmaya mahkûmdur.
Son dönemde rap müzik - ya da yeni nesil rap müzik de denebilir - listelerde en çok dinlenenler arasında yer almaya başladı. Buradan hareketle Türkiye bağlamında bir soru sormak isterim; Günümüzde rap ile arabesk arasında mekânsal ve zihinsel bir süreklilik kurmak mümkün mü?
Arabesk’ten Rap’e uzanan çizginin bir çeşit bayrak yarışı olduğunu ifade edebiliriz. Arabesk müzik, birçoklarının zannettiği gibi bir tür değildir; daha ziyade bir üslûptur. Üstelik en önemli özelliği sabit kalmayan, sürekli dönüşen, zıtlıklar üzerine kurulu (yalnızca bir örnek: hüzünlü ezgi ve sözlerin altından akan neşeli ve kıvrak yaylılar) bir yapı arz etmesidir. Arabesk müzik, hızlı kentleşme, kırdan kente göç, kültürel uyumsuzluklar gibi, daha ziyade Türkiye’nin içsel hareketlerinin bir sonucu olarak bir çeşit eklemlenme aracı olarak belirmişti. Dönüşümün bu aşaması önemli ölçüde tamamlanmıştır. Türkiye nüfusu tartışılmaz bir şekilde kentleşmiş, bütün sorunları ve karmaşasıyla yeni bir toplumsal-ekonomik düzene doğru yönelmiştir. Ancak Türkiye, 1980’lerden itibaren küreselleşme sürecine girmiş, içsel çatışmalarının yanı sıra dünyayla eşzamanlı kültürel etkileşimlerin sonuçlarını da deneyimlemeye başlamıştır. Bu süreç, aynı zamanda kapitalizmin ölçüsüz bir şekilde bireyselleşmeyi teşvik ettiği ve toplumsal dayanışma biçimlerini yok ettiği bir tarih sahnesi oluşturmuştur. Sonuç olarak derin eşitsizlikler, yaygın şiddet ve sıradanlaşmış adaletsizlikler günümüz dünyasının acı gerçeği hâline gelmiştir. Rap müzik ve kültürü, bu maddî ve simgesel şiddet dolu dünyaya bir karşı çıkış hareketi olarak yorumlanabilir. Arabesk müzik bir itirazdı (“İtirazım Var!”), Rap müzik ise her özelliğiyle bir isyanın öfkeli sesidir.
Dünyadaki şiddet, artık Türkiye’nin de bir sorunudur. Şiddetin sınıf karakteri, kaybedenleri, kendilerine uygulanan şiddetin cinsinden bir karşı çıkışa itmiştir. Bu nedenle, müziğin alışılmış güzellik ölçütlerini, mevcut ifade araçlarını ya yok ederek ya bozarak yapılan bir müzik ortaya çıkmıştır; zira, dışlanmışların öfkesi, artık Arabesk’in karmaşık ve değişken, belki biraz fırsatçı ve sistemle derinden uyumlu üslûbuyla ifade edilebilecek eşiği çoktan aşmıştır. Mevcut şiddet ve adaletsizlikler, güzel ve uyumlu olarak kabul edilen bir dille ifade edilemeyecek kadar derin ve yakıcıdır. Bunu en yakından hissedenler, doğal olarak şiddeti geri fırlatmakta, bunu yaparken de müziğin en temel ögelerini bozarak (örneğin ezgiyi yok ederek), mâruz kaldıkları adaletsizliği bağırmaktadırlar. Müzik, Rap’in estetiğinde söylenen, icra edilen, güzele yönelmiş, yüce sanat olma iddiasını barındıran bir nitelikte değil, taşınması çok zor hâle gelmiş haksızlıkları ve şiddeti bağıran bir mecra hâlini almıştır. Arabesk, kentleşmenin sancılarını yansıtırken, Rap, küresel sömürü ve şiddetin ayna görüntüsü olarak işlev kazanmıştır. İkisi arasındaki bağlantı ve süreklilik, Türkiye’nin tarihsel toplumsal-ekonomik dönüşümündeki çelişkileri yansıtır. Ancak bu analiz, şiddet ve adaletsizliklerin, tamamen dışarıdan dayatıldığı, dış mihrakların oyunu olduğu anlamına gelmez. Maalesef, bu derin adaletsizlik düzeni için coşkuyla oy verenlerle, düzenin en çok mağdur ettiklerinin aynı sınıf aidiyetlerine sahip olduğunu unutmamak gerekir. Bu da demokrasinin çelişkisi ve hayatın diyalektiği olsa gerek!
Değerli katkılarınız için çok teşekkür ederim. Bu söyleşi, yalnızca müzik üzerine değil; insanın duyma, hissetme ve anlam inşa etme biçimi üzerine düşünmek için de büyük bir fırsattı.
Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben size teşekkür ederim.