Uludağ Üniversitesi öğretim üyesi, siyaset bilimci ve akademisyen yazar Doç. Dr. Fırat Mollaer, İsrail’in Filistin üzerinde uyguladığı vahşete, sömürgecilik tarihi açısından yaklaştı.

Bursa Uludağ Üniversitesi öğretim üyesi, siyaset bilimci ve akademisyen yazar Doç. Dr. Fırat Mollaer'le tüm dünyanın gündemini etkileyen Filistin Sorunu üzerine konuştuk. Siyonizm, sömürgecilik, avrupa-merkezcilik, oryantalizm gibi kavramsal düzeneklerle röportajı derinleştiren Mollaer, Filistin-İsrail Sorununu anlamak için sömürgecilik tarihini ve sömürgecilik politikalarını iyi düzeyde kavramamız gerektiğini vurguladı. Mollaer, "Bugünkü soykırımcı şiddeti anlamak için sömürgeci söylemin özelliklerini iyi kavramamız lazım. Filistin topraklarının Yahudileştirilmesi başından itibaren sömürgeciliğin 'boş topraklar' söylemi ile gerçekleşmiştir” ifadeleriyle Amerika’nın Keşfi olayına da atıfta bulunuyor.

SanatMahal8

*Fırat Mollaer

Filistin-İsrail çatışmasını tarihsel olarak ele almamız gerekirse nasıl bir hat çizersiniz hocam?

Öncelikle konunun kıyısından çevresinden dolaşmadan, bir Avrupa sorunundan, yani Avrupa uygarlığının yarattığı bir sorundan bahsettiğimizi dosdoğru ortaya koyalım. Aimé Césaire 1950 tarihli ünlü Sömürgecilik Üzerine Söylev’inde Avrupa uygarlığının iki şeyi çözmek konusunda başarısız olduğunu söylüyordu. Sözünü ettiği, proletarya sorunu ile sömürge sorunudur. Biz büyük düşünürün teşhisine Yahudi sorununu ekleyebiliriz.

19. yüzyılda sorunun adı buydu. Marks’ın bu başlığı taşıyan bir çalışması vardır. 20. yüzyılda ise, Adorno, Horkheimer, Sartre ve Arendt’ten Bauman’a, sorun “anti-semitizm” olarak yeniden tanımlandı. Bu değişimde elbette Yahudi Soykırımı’nın etkisi vardı. Fakat nasıl tanımlanırsa tanımlansın, bu büyük ölçüde tarihsel bir Avrupa sorunudur.

Başta Hristiyanlıktan, Hristiyanlığın iki ana kolu olan Katoliklik ve Protestanlıktan kaynaklanan bir sorun. Katolik mirastaki Yahudi karşıtlığı, engizisyon, sürgünler, katliamlar, kıyımlar. Protestan mirasta ise Protestanlığa özgü kitabî yorumlamanın ve Yahudileri İsa Mesih’in gelişini hızlandırmak amacıyla Filistin topraklarına sürme olarak özetlenebilecek tutumun neden olduğu teo-politik sorunlar. Bütün bunlar, bilinen anlamıyla Siyonizm’in 19. yüzyılın ulus devlet ve sömürgecilik çağında ortaya çıkıp biçimlendiğini eklersek Avrupa sorunu tablosu beliriyor. 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da patlak veren faşizm bu tabloyu radikal olarak yeniden biçimlendirmiş ve söz konusu sorunu daha da derinleştirmiştir.

YÜZYILLIK KOLEKTİF KADER

Çatışmanın tarihi hakkında ne söylersiniz?

Filistinlilerin üzerine yüzyıllık bir kolektif kader gibi çöken olayların başlangıcı 1917 yılındaki Balfour Deklarasyonu. Bu Filistinliler için bir dönüm noktası. Dönemin büyük sömürgeci gücü İngiliz devletinin girişimiyle Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasının önünü açan bildirge. İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un Siyonist önderlere yazdığı mektup iyi bilinir. İngiltere, bir sömürgeci güç olarak, Filistinlilerin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulması tasarısını öne atmış, başka bir halkın topraklarında dünyanın dört bir yanından toplanmış Yahudilerin işgalci güç olarak egemen bir devlet kurmaları için güvence vermiştir.

Sömürgecilik çatışmanın kurucu boyutu diyebilir miyiz?

Evet. Bugün bir “kimlik savaşı” senaryosu piyasaya sürüldüğü için şunun altını özellikle çizmeli: İsrail’in Siyonizm’in tasarısı olarak kuruluşu ya da kendi başına Siyonizm gerçekten 19. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğine çok şey borçludur. Siyonizm’in başı Theodor Herzl’in açıklamalarında bunu görebilirsiniz. Herzl gibi ilk kuşak temsilciler Avrupa sömürgecilerine öykündüklerini gizlemiyordu. Çünkü sömürgesizleşme (dekolonizasyon) çağına daha yarım yüzyıl vardı yaklaşık olarak. O dönemde Fransız sömürgeciliğinin sömürülenlere bir “uygarlık misyonu” çerçevesinde uygarlık getirme söylemi egemendi. Dekolonizasyon çağında, özellikle 1950’lerde sömürgecilik sorgulanırken bu uygarlık misyonu da sömürgeciliğin söylemi olarak belirlenecekti. Sömürgeciliği gizleyen daha sonraki Siyonist kuşaklardır.

Siyonizm, “Ortadoğu’nun barışçıl, LGBT haklarına duyarlı, vegan ve çevreci insanların diyarı demokrasi adacığı” söylemini sonradan benimseyerek bir ideolojik araç olarak yürürlüğe koymuştur. Hiç şüphesiz, bu sömürgeciliği gizlemek amacıyla oluşturulmuş bir başka söylemdir. Çünkü İsrail 1967’de işgal ettiği Filistin topraklarından -bu konuda BM kararları olmasına rağmen- çekilmek yerine yeni Yahudi yerleşimleri kurarak işgaline devam etmiştir. Bu bir “demokrasi adacığı”nın barışçıl yerleşim inşası değil, zamana yayılarak, güya evrimci biçimde gerçekleşen apaçık bir sömürgeci şiddet ve işgaldir.

AMERİKA’NIN KEŞFİ SÖYLEMİ ÜZERİNDEN FİLİSTİN MESELESİ

Bugünkü soykırımcı şiddeti anlamak için sömürgeci söylemin özelliklerini iyi kavramamız lazım. Filistin topraklarının Yahudileştirilmesi başından itibaren sömürgeciliğin “boş topraklar” söylemi ile gerçekleşmiştir. Bunun ilk örneklerinden biri “Amerika’nın Keşfi” söylemidir. Keşif, bildiğimiz gibi, “bilinmeyen” bir şeyi açığa çıkaran, “boş” topraklarda gerçekleşen bir faaliyete işaret eder. Amerika’da binyıllardır yerleşik olarak yaşayan yerli halklar bir çırpıda dışlanır böylece. Siyonizm’in Filistin’in yerli halkına yaptığı da budur. Bu özünde söylemsel bir dışlama ve epistemik bir şiddettir. Tıpkı Batı sömürgeciliğinin Amerika’yı boş toprak olarak sunması gibi, Siyonizm, Filistin’in yerli halkını “dış”a atan, onu dışlayan bir sömürgeci söylem üzerinde yükselir. Sömürge söylemi eleştirisinin parlak kalemleri, özellikle Edward Said ve Gayatri Spivak, bunu ayrıntılı bir biçimde çözümlemişlerdir.

Buna neden ihtiyaç duyulur?

Machiavelli’den Gramsci ve Althusser’e bir siyasi gerçekliği biliriz: Siyaset, Machiavelli’nin dediği gibi sadece aslanın gücü değil tilkinin kurnazlığıdır. Gramsci bunu salt politik toplum ya da devletin fiziksel şiddet gücü değil sivil toplumdaki hegemonyanın kazanılması olarak tamamlar. Althusser ise bu iki büyük siyaset filozofundan hareketle devletin baskı aygıtları ile ideolojik aygıtları arasında bir ayrım yapar. Bu çözümlemelerin her birinde siyasetin çıplak şiddetin gölgesinde ama yalnızca fizik zor ile açıklanamayacak bir alanda gerçekleştiği saptaması vardır. Sömürgeci tasarı da tek başına çıplak şiddetle sürdürülemeyeceğinden söylem, yani sömürge söylemi son derece önemli bir işlev yüklenir.

Kuramsal boyuttan yeniden tarihsel boyuta geri dönersek…

1917 Balfour Bildirgesi ile İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılları arasında geçen sürede bu tasarı uygulamaya konuldu. Amaç Filistin’in yerli halkının şiddetle bastırılması ve Avrupa’dan gelen Yahudilerle nüfus dengesinin Yahudiler lehine yükseltmesiydi. Marksist tarihçi Eric Hobsbwam Milletler ve Milliyetçilik kitabında 1919’daki İngiliz manda yönetiminin İbraniceyi resmi dil olarak kabul etmesinden hareketle sorar: Bu sömürgeci uygulama olmasaydı, o dönemde 20 bin kişiden az kişinin konuştuğu bu dilin geleceği ne olurdu? Yani böyle bir kültürel, toplumsal ve siyasal ortamdan söz ediyoruz. Filistin’e kitlesel Yahudi göçü Avrupa devletleri tarafından Yahudi sorununa bir çözüm olarak da görülüyordu. 1930’lardan itibaren bir başka Avrupa sorunu olan faşizmin yükselişi ile Yahudi göçü farklı bir “meşruiyet” kazandı. 1917-1948 dönemi, Siyonist egemenliğin temellerini oluşturmayı amaçlıyordu. Bu dönem Filistinlileri yıldırmak, tahakküm altına almak, zorunlu göçe tabi tutmak ve katletmek amacıyla kurulmuş Siyonist çetelerin terör faaliyetlerine sahne oldu.

1948’de Filistin topraklarında işgalci bir İsrail Devleti’nin kurulmasına giden yol böyle döşendi. Filistinliler için bu 1917’den itibaren yaşanan sürecin çok daha travmatik bir biçimde yinelenmesi anlamına geliyordu. 1948’i Nakba, yani büyük felaket diye adlandırmalarının nedeni budur. Milyonlarca Filistinli zorunlu göçe tabi tutuldu, yaralandı ve öldürüldü. Haziran 1967’de İsrail’in topraklarını katbekat arttırdığı Altı Gün Savaşı bir başka felaketti. İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin kararını dahi tanımadı. İşgal ettiği topraklardan çekilmedi. Bugün tam da bu tarihsel sorunun sonuçlarını yaşıyoruz. İsrail, işgaline son vermek şöyle dursun, 1982’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Lübnan’dan kovma gerekçesiyle Sabra ve Şatilla kamplarında BM gibi etkisiz bir kuruluşun bile soykırım olarak adlandırdığı büyük bir insani kıyım gerçekleştirdi. Biliyorsunuz, 1980’ler ve 2000’ler Filistin halkının direnişine sahne olan İntifada yılları… Bu 100 yılı geçen ve gitgide dizgesel hale gelen bir işgal olduğundan bütün tarihi kısaca özetlemek zor. Fakat yine de bazı önemli noktaları hatırlamış olalım. Çünkü bugün olup biten, tarihsel bir bilinç olmadan doğru bir biçimde anlaşılamaz.

SOYKIRIMA KARŞI OLUNCA ANTİ-SEMİTİK Mİ OLUYORUZ?

İsrail’in Gazze halkına yönelik uyguladığı soykırıma karşı olmak, anti-semitik olmakla eş değer tutuluyor. Siz bu tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İleri kapitalizm koşullarında bir “sürdürülebilirlik” lafı vardır. Ekolojik felaketin yapısal nedeni olan kapitalist girişimlerin meşruiyet devşirdikleri “sürdürülebilir kalkınma” stratejisi. Oysa biliriz ki kapitalizmin sürdürülebilecek bir yanı yoktur. Tam da bundan dolayı ideolojiye ihtiyaç duyar.

Siyonizm’in de sürdürülebilirliğe ihtiyacı var. İşte bu İsrail’e yönelik her eleştiriyi, olur olmaz “anti-semitist” ilan etme de Siyonist vahşeti örtmeye ve sürdürmeye yarayan bir propagandaya dönüştü çoktan. İsrail’in yüzyıla varan katliamını sürdürülebilir kılmanın ideolojik aracı. Oysa Siyonizm’i eleştiren biri Yahudi düşmanı olacak diye bir zorunluluk yok. Bunun örnekleri hiç de az sayılmaz. 1960’lardan beri Filistin davasını bir 3. Dünya sorunu olarak sahiplenen sosyalist ve Marksistlerin Siyonizm eleştirisi mesela. Bugün İspanya’dan İskoçya’ya, ABD’ye, Latin Amerika’ya ve dünyanın diğer ülkelerine, İsrail’in Gazze’deki etnik katliamına karşı yükselen demokratik kamuoyu tepkilerinde de Siyonizm’in eleştirisi ile anti-semitizmin birbirinden ayırt edildiği ve anti-semitizm tuzağına düşülmediği görülüyor.

Fakat bütün bunlara rağmen, Siyonizm, kendisine yönelen demokratik tepkilerin önünü kesmek amacıyla İsrail Devleti’nin teröristçe uygulamalarının eleştirisi ile anti-semitizmi özdeşleştiriyor. Bu Siyonist propaganda pek çok Batı ülkesinde adeta bir milli güvenlik belgesi gibi kabul görmüş durumda. Bunlar bütün dünyaya liberalizm dersi veren ülkeler. “Sivil toplum”u Batıya özgü bir kurum olarak Batılı olmayanlar üzerinde sopa gibi kullanan bu ülkeler bir özerklik ve özgürlük alanı olarak tarif edilen sivil toplumu bağımlı hale getirme ve politik toplum ya da devlete bağlama mesaisi yapıyorlar.

İsrail bu ideolojik manipülasyona uzun süredir başvuruyor. 11 Eylül 2001 sonrası süreçteyse yükselen “İslami fundemantalizm” tehdidini kullanarak Batı kamuoyunda ideolojik olarak tahkim etmeyi başardı. Çağdaş Fransız filozof Alain Badiou’nun“Antisemitizm” başlıklı bir kitabı vardır. Badiou’nun 2001 sonrası Fransız kamuoyunda Siyonist propagandanın nasıl işlediğine dair verdiği güncel örnekler dudak uçuklatacak cinstendir. Bu dönemde Fransa’da Siyonizm’in en büyük operasyonu “Anti-semitikdalga”nın yükseldiğini ilan eden kampanyalar ve kamuoyu manipülasyonlarıyla başlamıştır. Fransa’nın sömürge mirasından gelen Müslüman yurttaşlarıyla Siyonizm’i ve İsrail Devleti’nin vahşi uygulamalarını eleştiren sosyalist sol üzerinde bir baskı oluşturulmuş, Siyonizm kamunun üzerine bir heyula gibi çökmüştür. O dönemde “anti-semitist” denilerek kamusal tartışmadan dışlanmaya çalışılan isimleri duysanız şaşarsınız.

SÖMÜRGECİLİK VE EMPERYALİZME ASLA GÜVENEMEZSİN

Gerçi bugün İngiltere’de sosyalist politikacı Jeremy Corbyn’in İsrail’e yönelttiği eleştiriler nedeniyle anti-semitist” ilan edildiğini de biliyoruz. Anti-semitist ilan edilenler kervanına son katılan isim ise Greta Thunberg oldu. Önceden Batının demokratik faaliyet (aktivizm) değerlerini cisimleştirdiği için övülen Thunberg, Filistin konusunda aldığı tavır sonucunda nasıl da kamusal alandan dışlanır hale geldi bir anda. Che Guevera 1960’lardaki ünlü BM konuşmasında söylemişti: Sömürgecilik ve emperyalizme asla güvenemezsin…

Bununla nasıl mücadele edilebilir?

Bu ideolojik propagandaya bir ideoloji eleştirisiyle çok boyutlu bir biçimde cevap vermenin yollarını aramalıyız. Bir doğallaştırma söz konusu. İsrail Devleti’nin politikalarını veya Siyonizm’i eleştirmenin doğal olarak anti-semitizm olduğuna ikna etme çabası. İdeoloji eleştirisi buna doğal kabul edilmiş şeylerin toplumsal, tarihsel ve ideolojik olduklarını göstererek cevap verir. Bunu yaparken kendi eleştirimizi anti-semitizmden ayırt etmeliyiz. Sorunu evrenselleştirmek, krizi enternasyonal bağlantılara açmak bir başka yol. Bu zaten küresel ölçekte süregiden Filistin davası mücadelelerine eklemlenmek ve bir karşı-hegemonya dalgasına katılmak anlamına geliyor. Aslına bakarsanız Filistin davası 1960’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Filistin davasını bir 3. Dünya sorunu olarak ortaya koymasından bugüne büyük ölçüde enternasyonal bir dava olmuştur. Anti-semitizmle ilgili sorun şu: Anti-semitizm sadece bir insanlık sorunu olduğundan kötü değildir, eşdeyişle, konuyu salt etik boyutta kavrayamayız, anti-semitizm aynı zamanda Filistin sorununu evrenselleştirmenin önünü alabilecek bir tikelci (partikülarist) yanılgı olduğundan iyi bir siyasal seçenek olamaz. Tüm etik sorunları bir yana bu bir hegemonya eksikliğine yol açar.

İSRAİL FİLİSTİN OLAYI BİR ‘DİN SAVAŞI’ MI?

Ülkemizde Gazze’ye uygulanan soykırım politikalarının bir din savaşı olarak yorumlandığını görüyoruz. Söz konusu yorum mevcut sorunu daraltabilir, sorunun evrenselliğine perde çekebilir ve medeniyetler çatışması tezine hizmet edebilir diye düşünüyorum. Bu konuyla ilgili neler söylersiniz?

Öncelikle bu “medeniyetler çatışması” savının nerede, hangi ideolojik amaçlarla oluşturulduğuna ve kime ya da neye hizmet ettiğine bakmalı. Bu sav, Bernard Lewis ve Samuel Huntington tarafından ABD’nin Soğuk Savaş sonrası “yeni dünya düzeni” tasarısı olarak ortaya konmuş ve benimsenmiştir. Az önce Siyonizm eleştirilerini anti-semitizme indirgeyen bir milli güvenlik anlayışından söz etmiştim. Bunun diğer yüzü “medeniyetler çatışması”dır. Buradaki ideolojik yönlendirme şudur: Çatışmanın özü kültür ya da medeniyettir. Toplumsal, ekonomik ve siyasal etkenler böylece göz ardı edilir. Mesela çatışmaya neden olan Batı sömürgeciliği ve emperyalizmi değil iki çatışan kültür ya da medeniyetin sanki doğaları gereğince karşı karşıya gelmesidir.

Zaten İsrail, ABD ve bazı Avrupa devletlerinden yapılan üst düzey açıklamalara bakarsak konunun İsrail sömürgeciliğinin yol açtığı bir halk ve insanlık sorunu gibi değil İslam ile Yahudilik ve Hristiyanlık arasındaki bir çatışma gibi algılanması için nasıl bir çaba içinde olduklarını görürüz. Mesela birkaç gün önce küresel kapitalizmin şımarık çocuğu Elon Musk sorunu açıklamak için kullanılan “nehirden denize Filistin” ve “dekolonizasyon” gibi sözcüklerin “soykırım”ı ima ettiğini ve bunu X sosyal medya mecrasında paylaşan hesapların askıya alınacağını söyledi. Bu, Siyonizm eleştirisini anti-semitizmle özdeşleştiren ideolojik harekatın yeni bir biçimi. Buna göre, Filistin topraklarının 1967 sonrası süreçte BM’nin dahi onayladığı biçimde İsrail işgalinden kurtarılmasından söz ediyorsanız Yahudi soykırımını işaret ediyorsunuz demektir!

“Medeniyetler çatışması”nın en azından üç temel ideolojik işlevi var. Çatışmayı doğal ve kaçınılmaz bir medeniyetler arası savaş olarak göstermek. Sömürgecilik için maliyeti ideolojik açıdan azaltmak. Filistin davasının evrenselleşmesinin önüne geçmek. Krizin evrenselleşmesini ve bir karşı-hegemonyanın gelişmesini engelleyebilmeniz için konuyu “Müslümanların sorunu” diye sunmanız gerek. Bunun “Müslüman öfke”nin ve İslam medeniyetinin doğasında var olan Batı karşıtlığının zorunlu sonucu olduğunu da ima edersiniz. Bütün bunları, sanki Batı barbarlığı, sömürgecilik, emperyalizm ve Siyonizm hiç yokmuş ve sözü edilen tarihte hiç rol oynamamışlar gibi servis edersiniz. “Müslüman Öfkesinin Kökleri” oryantalist Bernard Lewis’in 1990’daki yazısının başlığı. Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” yazısı bunu takip ediyor, yıl 1993… Bu konunun ideolojik önemini daha iyi kavramak isteyenler Edward Said’in Medyada İslam kitabına bakabilirler…

ÖZGÜRLÜK VE AKIL ALDATILMIŞTIR

İsrailli yetkililer “insanlarla değil hayvanlarla ve orman kanunlarıyla” mücadele edildiğini ilan etmişti. Bu aynı zamanda birtakım Batılı teorik değerlerin pratik politikada tezahür etmesi olarak yorumlanabilir mi? İnsani haklar adına birçok insan en ağır şekilde yok edildi. Tüm kötülükler iyi idealler adına yapıldı. Nitekim bunları teorik bağlamda Avrupa’nın kendi dışındaki dünyayı özne olarak kabul etmemesinin bir sonucu şeklinde yorumlamak mümkün mü?

Dickens, Dostoyevski ve Marx'ın işaret ettiği, Mehmet Âkif'in dile getirdiği çelişkiler âleminin idrakine varıyoruz. Her şey karşıtına dönmüş ya da zaten öyle olduğu açığa çıkmış. Eleştirel Teori’nin yaşayan en büyük temsilcisi Jürgen Habermas’ın İsrail’in katliamına destek olan açıklamalarını gördük. Faşizm eleştirisi üzerine kurulmuş olan “Eleştirel Teori” faşist, klasik insan hakları retoriği soykırımcı, uygarlık barbarlık. Dickens İki Şehrin Hikâyesi’nin meşhur açılış cümlelerinde bunu gösterir. İyi bir Dickens okuru olan Dostoyevski Budala’da içinde yaşadığı modernlik koşullarına yönelik eleştirel bir ruhla buna çok benzer bir diyalektik ters üst oluş manzarası sunar. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da katı olan her şeyin buharlaştığı, bütün değerlerin çözüldüğü kapitalizm çağını nasıl betimlediklerini hatırlarsınız. Mehmet Âkif’inse “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” deyişi hepimizin aklındadır.

Böyle bir eleştirel birikime sahip olmayanlar için Batının ikiyüzlülüğü beklenmedik bir durum olabilir. Ceyhun Atuf Kansu’nun “Lumumba” adlı bir şiiri vardır. Başlıktaki isim: Patrice Lumumba. Kongo Ulusal Hareketi’nin başı ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı. Afrika Devriminin efsanevi önderlerinden, “Afrika’nın Che Guverası.” Sömürgeciliğe karşı Kongo halkının kendi kaynaklarını kendisinin kullanması, yeraltı ve yer üstü ulusal kaynaklarına sahip çıkması için yürüttüğü politikalar eski sömürgeci ayrıcalıklara zarar veriyor. 1961 yılında Belçika-CIA destekli bir darbe ile indirilip arkadaşlarıyla kurşuna dizilerek öldürülüyor ve infaz edilen bedeni sülfirik asitle eritilerek eşine az rastlanır bir vahşetle yok ediliyor. Bu Belçika, 1885-1908 arasında Kral II. Leopold döneminde 10 milyondan fazla Kongoluyu katletmiş, modern tarihin en büyük soykırımlarından birini gerçekleştirmiş. Lumumba’yı bu tarihsel koşullar içinde düşünmeli.

Kansu şiirinde az önce bahsettiğim çelişkileri ve hayal kırıklıklarını kayda geçirir. Özgürlük ve akıl aldatılmıştır: “Batı - O, Eflatunda kaldı - Batı? neymiş Batı? / Ana malın sömürgeci saltanatı.” Tam bu durumdayız. Fakat Kansu ekler: “Bilmem gerekliydi ya, bunu / Ben kurtuluş savaşı çocuğu / Tanımalıydım bu eski yüzü.”

Bunu bir çağrı olarak okumalı. György Lukács’ın Roman Kuramı’nda düş kırıklığı romantizmi olarak adlandırdığı bir durumdan çıkmalı. Bu romantizm iç gerçeklik ile dış dünya arasındaki uyumsuzluktan doğar ve içselliğin eylemsizliğinde biter. Kansu “tanımalıydım” derken buna benzer bir şeye işaret eder. Batının bir iç gerçeklik olarak en azından 200 yıldır olarak kuruluşu: Sivilizasyon, anayasa, demokrasi, insan hakları, sivil toplum vs. Fakat öte yandan, dış dünya: Sömürgecilik, emperyalizm, savaş, katliam, soykırım vs. Batının bütün “eski yüzü”yle kendisini gösterdiği bir evredeyiz. Bu gerçek sömürgecilik ve emperyalizm karşıtları için pek şaşırtıcı değil ama ne olursa olsun büyük bir kriz ve dönüşüm anı.

FİLİSTİNLİLER YERYÜZÜNÜN LANETLİLERİ Mİ?

Belirttiğiniz gibi Nazi İsrail’in bakanları, “insanlarla değil hayvanlarla” karşı karşıya olduklarını söylüyorlar. Filistin’le, bu hayvan yerine konulan insanlarla dayanışma geliştiren büyük kitleler ise “yeryüzünün lanetlileri”yle özdeşleştiklerinin bilincine ulaşıyorlar. Yeryüzünün Lanetlileri, biliyorsunuz, 3. Dünyanın Marks’ı sayılan Frantz Fanon’un manifestosu. Fanon kitabın sonuç kısmında şöyle yazar: “Haydi yoldaşlar, şimdi taraf değiştirme zamanı… Ağzından insan sözünü hiç düşürmeden sokak köşelerinde, dünyanın bütün köşelerinde insanları katleden bu Avrupa’yı bir kenara bırakalım.” Fanon burada düş kırıklığı romantizminden silkelenmek gerektiğini ima eder kanaatimce.

Bu kitabın ilk baskısı 1961’de yapılıyor. Fanon’un bir düşünür ve militan olarak omuz verdiği Cezayir Kurtuluş Mücadelesi 1962’de Cezayir’in Fransız sömürgeciliğinden kurtuluşuyla sonuçlanıyor. 62 yıl sonra sömürgecilikten kurtuluş (dekolonizasyon) mücadelesinin başladığı noktadayız. Filistin’in kurtuluşu bu mücadeleye eklemlenmesinde. Fakat şu anlaşıldı: Bu kurtuluş sadece yeni bir ulus-devletin kurulması ve yaklaşık 200 devlete bir tane daha eklenmesi meselesi değildir. Filistin davası bizi bir düş kırıklığı romantizminden somut durumların somut tahliline doğru yönlendirip yapısal bir dönüşümden geçmemizi öğütlüyor…

Yine önceki sorudan hareketle, İsrailli devlet yetkililerinin bahsettiğimiz açıklamaları ya da İsrail devlet söylemi ile oryantalizm arasında bir bağlantı var mı?

Siyonizm ile oryantalizm arasında açık bir bağlantı var. İlk olarak, tarihsel bir mirasçılık ilişkisi söz konusu. Siyonistler genellikle Avrupa devletlerinin yurttaşlarıydı ve 19. yüzyılda Batının Doğuya oryantalist bakışını miras almışlardı. Bunu ilk ve ikinci kuşak Siyonistlerde görebiliyoruz.

Örnek olarak Gershom G. Scholem’i verebiliriz. Scholem Kudüs İbrani Üniversitesi öğretim üyesi ve Yahudi mistisizmi üzerine çalışmalarıyla tanınmıştır. Biliyorsunuz, Siyonistler aynı zamanda “boş toprak” olduğunu ileri sürdükleri Filistin’i “kültürlendirme” amacıyla yoğun bir faaliyete giriyorlar, bunu “Yahudi topraklarının yeniden inşası” olarak tanımlıyorlar. Bunun için 1920’lerde Yahudi Ajansı (Jewish Agency) kuruluyor. Siyonist faaliyetin kültürel cephede en büyük amaçlarından biriçok az kişinin konuştuğu, hatta farklı ülkelerden gelen Yahudilerin bilmedikleri dillerini yaygınlaştırmak ve Filistin topraklarında bir üniversite kurmak. Neredeyse Siyonizm’le yaşıt olan bu üniversite fikri 1920’lerde gerçekleşiyor. Scholem hem üniversitenin hem de kurulan kamu enstitülerinin mali kaynaklarının çoğunu ABD’den aldığını belirtir. 1925’teki açılış törenine katılan isimlerden biri de ünlü Arthur Balfour. Üniversite başta bazı İsrail başbakanları olmak üzere yeni bir siyasi ve idari elitin yaratılmasında önemli bir pay sahibi.

TARİH BİLMEYENLER YA DA TARİHİ ÇARPITANLAR...

Scholem ise 1923’te Almanya’dan Filistin topraklarına göç ettikten sonra üniversitede Yahudi teolojisini kurumsallaştıran ilk isimlerden. 1930’larda Frankfurt Okulu’nun sürgündeki üyesi Walter Benjamin’le mektuplaşıyor. Mektuplarda Siyonist Scholem’in seküler bir Berlin Yahudi’si olan Benjamin’i Filistin’e İbranice öğrenmeye ve üniversiteye çağırdığını görüyoruz.

Dikkat çekici olan sadece Siyonist Scholem’in Marksist eğilimlere sahip Benjamin’i ikna etmeye çalışması değil. Mektup trafiğinde Siyonizm’in 1930'lardaki durumuna dair ipuçları da var. Mesela Scholem, Haziran 1936’daki bir mektubunda Araplar tarafından yürütülen bir “partizan savaşı”ndan söz ediyor. Scholem’in kastettiği olaylar, tarihte 1936-1939 Filistin Ayaklanmaları ya da Büyük Filistin İsyanı olarak bilinen olaylar. Türkiye’de tarih bilmeyen ya da Siyonist yalanlarla tarihi çarpıtan, egemenlerin bakış açısını içselleştirmiş tarihçiler 1917-1948 arası süreçte sanki sorunun özü buymuş ve sanki Filistin’i Yahudilere teslim etmişler gibi Filistinlilerin topraklarını gönüllü olarak sattıklarını söylediler. Bu tarihçilik, Edward Said’in Şarkiyatçılık’ta mahir ideolojik çarpıtmalarını ifşa ettiği Bernard Lewis tarzı egemen dostu bir tarihçiliktir… Said, Lewis’in Siyonist istila, işgal ve sömürgeleştirmeye değinmezken, Siyonizm’e karşı direnişleri nasıl itibarsızlaştırdığını anlatır.

Oysa Filistinli direnişi daha 1920’lerde başlıyor, mesela 1929’da büyük ayaklanmalar var. 1936-1939 ayaklanmaları, İngiliz manda yönetimi altında Yahudilerin toprak edinme ve göç yoluyla artan egemenliklerinin sorgulanmasından çıkmış büyük ve kitlesel ayaklanmalardır, Filistin tarihçilerinin nasıl tanımladıklarını ayrıca incelemek gerekir, belki de 1987’de başlayan Birinci İntifada’nın öncülleri buradadır. Genel grevler, işçi ve köylü hareketleriyle gelişen isyanlar, İngiliz manda yönetimi ve silahlandırılmış Siyonist çetelerin vahşi yöntemleriyle kanlı bir biçimde bastırılıyor. Filistinli yetişkin erkek nüfusun yüzde 10’dan fazlasının katledildiği, yaralandığı, hapsedildiği veya sürgüne zorlandığı aktarılır. Başka bir deyişle, bu olaylar, Filistin üzerinde 100 yılı aşan bir tarihi bulunan Siyonist şiddetin ilk büyük aşamalarından.

Scholem, Benjamin’e mektubunda Filistinlilerin kendi topraklarını yaklaşık 20 yıldır süren işgale karşı verdikleri bu meşru tepkiyi terör olarak anıyor. Düşünün 1897’de Berlin’de doğmuşsunuz, 1923’te doğup büyüdüğünüz Almanya’yı bırakıp Filistin topraklarına göç etmişsiniz ve bir başkasının toprağında kendi toprağını savunan insanları terörist olarak etiketliyorsunuz… Bu, Siyonizm tarafından yaratılan Filistinli terörizmi söyleminin ilk örneklerinden biri olabilir.

Fakat bir de işin oryantalizmle ilgili boyutu var. Scholem’in oryantalizmin felsefi olarak en güçlü olduğu Almanya’dan geldiğini, bir Alman Yahudi’si olduğunu yeniden hatırlayalım. Söz konusu mektupta Siyonizm’in oryantalizmi nasıl küstahça sahiplendiği de görülüyor. Scholem, İngiliz manda yönetimi ile silahlandırılmış Siyonist çeteler ve güvenlik güçlerinin arasında sıkışıp kalmış Filistinlileri Batı hegemonyasını kendisine mal etmiş bir bakış açısıyla küçümsüyor. Onları akıl dışı bir maceraya atılmış “Doğuya özgü” yöntemlerle iş gören cahil bir kitleye indirgiyor. Bu ayaklanmalar başladığında 1 yaşında olan Said 42 yıl sonra yayımlanan ünlü Şarkiyatçılık kitabında buna benzer bir oryantalist izleğin Lewis’in kitaplarında nasıl bulunduğunu gösterecek. Said, Lewis’in Siyonist sömürgeci işgalden bahsetmediği gibi, az önce sözünü ettiğimiz türden Filistinli isyanlarını öznellik ve akılsallık (rasyonalite) yoksunu hareketlere indirgeyerek etkisini dağıttığı yazar…

İsrail devlet söylemini bu büyük mirasın içinde düşünmeli. Bu Siyonist söylem oryantalizmde iki işlev buluyor. Biri NATO-ABD-Batı ittifakı ile eklemlenme, aslında bu sözcük de eksik kalıyor, tek vücut olma denilebilir. Bunun en kolay yolu Batının Doğuya (oryantalist) bakışını üstlenme. Diğeri ise Filistinlinin bireysel ve kolektif varlığının indirgenmesi. Zira oryantalizm öteden beri Doğulu oldukları söylenen ya da Doğululaştırılan halkların öznelliklerinin ve bazen de kolektif hayatlarının ellerinden alınması anlamına gelmiştir. Oryantalizm sömürgecilik ve emperyalizmin epistemik ve söylemsel altyapısıdır.

AKLIN KARAMSARLIĞI, İRADENİN İYİMSERLİĞİ

Mevcut meseleyi evrenselleştirmek devletler düzeyinde oldukça zor görünüyor. Özellikle Avrupalı devletler İsrail tarafını desteklerken Avrupa’da İsrail’in yürüttüğü soykırıma karşı güçlü bir kamuoyu oluşuyor. Bu nedenle homojen bir tablo çizmek çok zor. Yanı sıra Tel Aviv’de Netanyahu karşıtı gösteriler haberlere düşüyor. Diğer taraftan devlet yöneticilerinin tutumu farklı seyrediyor. Kamuoyu düzeyinde sorunu evrenselleştirmek imkân dâhilinde diyebilir miyiz?

Karamsar olmanın siyasal çözümlemeye de bir faydası yok. Sonuçta İsrail kamuoyundaki değişimler önemli. Bu değişim Netanyahu karşıtı demokratik kamuoyunun büyümesiyle de ilgili. Pek çok yorumcu orta ya da uzun vadede gelişmelerin Netanyahu’nun aleyhine olacağını söylüyor. Eğer bu gerçekleşirse sadece İsrailli siyasi elitler arasında bir mücadele değil aynı zamanda demokratik kamuoyu itirazları sayesinde ya da bunun gücünü seferber ederek gerçekleşecektir.

Öte yandan gerçekçiliği de elden bırakmamalı. Antonio Gramsci’nin sevdiği sözü hatırlamalı: Aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği. Siyonist İsrail, tepeden tırnağa, yediden yetmişe, erkeğinden kadınına askerileşmiş en güçlü ideolojik araçlara ve imha silahlarına sahip bir kamp tipi toplum yarattı. Mağduriyet ideolojisi büyüdükçe güvenlik sendromu ve dolayısıyla kamp tipi toplum büyüdü. Bu da İsrail’in göz ardı edilemeyecek bir boyutu. Siyonizm “Ortadoğu’nun demokrasi adacığı, LGBT, Veganizm ve çevre şampiyonu İsrail” imajını ideolojik paketlere yerleştiriyor, Batıdaki “özgür ve özerk” kültür ve ideoloji tüketicileri de ürünün içeriğini sorgulamadan tüketiyor. Bu, modern tarihin en büyük ideolojik makinelerinden biri. İsrail’in karanlık yüzü paketlenen aydınlık yüzden çok daha belirleyici.

İSRAİL, BÜTÜN YERYÜZÜNE TEHDİT

Bu karanlık, 7 Ekim sonrasında, bir anda ortaya çıkmadı. 1948’den, hatta çok öncesinden beri hedef Filistin halkının imha edilmesi. Ünlü bir İsrailli sinema oyuncusu geçtiğimiz günlerde “Gazze silinmeli” dedi. Bu zehirli Nazi dilinin nerelere ulaştığını, ne kadar içselleştirildiğini kestirmek zor. Victor Klemperer’in Nasyonal Sosyalizmin Dili’nde bahsettiği dil bu. Zehir gibi yayılır. Bu “silmeli” vb. sözcükler Klemperer’in uyardığı gibi “farkında olmaksızın yutulur”, zehir sonradan etkisini gösterir. Sinema sanatçısından (“silmeli”) politikacısına (“nükleer bomba bir seçenek”) epey zehirlenmiş, Nazi “nihai çözüm”ünü doğallaştırmış kitlelerden söz ediyoruz. Okul çocuklarına ulusal televizyonda “hepsinin kökünü kazı” biçiminde şarkılar söyletilen, muhalefet liderlerinin dahi Gazze’de öldürülenlerin çoğunluğunun terörist olduğunu iddia ettiği ve öldürülmelerinin iyi olduğunu ifade ettiği bir politik ortam bu. Liberal muhalefetteki Yair Lapid’in faşist açıklamalarına bir bakın. Yani sorun sadece Netanyahu değil. İsrail tehdidi de Filistin’i aşıyor. İsrail, komşuları ve yakın çevresinden bütün yeryüzüne büyük bir tehdit.

SÖMÜRGECİLİĞİN ZAMANI GEÇMEDİ

Aimé Césaire çağımızda Avrupalı beyaz insanın Hitler’de affedemediği şey insanlığa karşı işlenen suç, insani değerlerin alt üst edilmesi değil Avrupalı beyaz insanlara karşı işlediği suçtur diyor. Bugün ise Hitler zulmünü yaşamış olan insanların çocukları ve torunları “1948 Nakbasını gölgede bırakacak bir Nakba!” istiyoruz çağrısında bulundu. Tüm bunlar eşliğinde düşünürsek Cesaire’in tezi doğrulanmıştır diyebilir miyiz?

Aimé Césaire’nin savı her geçen gün daha fazla doğrulanıyor. Césaire’nin ileri sürdüğü savların belki de en çarpıcı olanı faşizmin Avrupa’dan önce sömürgelerde yaşanmış olduğudur. Sömürgeciliğin kapitalizmle ilişkisi üzerinde durulmuştur ama sömürgeci faşizm savı dikkat çekici bir yenilik. Bunun sömürgecilik karşıtı bir duygusal tepki değil buz gibi bir çözümleme olduğunu vurgulamalı. Faşizmin sömürgelerde yarattığı ön yıkım sonradan Avrupa’da yarattığı tahribattan daha büyüktür. Amerikan yerlilerinin yüzyıllar boyunca uğradıkları neydi? Sadece Belçika sömürgeciliğinin Kongo’daki soykırımının 10 milyondan fazla insanın ölümüne neden olduğundan söz ettik. Sömürgeciliğin toplam yıkımı hesap edildiğinde Avrupa’da yaşanan “tarihsel faşizm” göründüğünden daha küçük kalacaktır. Césaire, “artık sömürgeciliğin zamanı geçti” diyen Truman’dan, liberal milliyetçiliğin öncüsü olarak tanınan Fransız düşünürü Renan’ın ırkçılığından, Avrupa solunun kayıtsız kaldığı, antropolojiden psikolojiye ve psikanalize içselleştirilip Avrupa düşüncesinde norm haline getirilmiş bir sömürge “makine”sinden söz ediyordu. Hem doğru bir çözümlemeye dayanıyordu hem de haklıydı.

Césaire’nin eleştirilerinin bir bölümü eleştirel düşüncede karşılık buldu. Örneğin antropolojide bu konuda çok şey söylendi. Düşüncenin sömürgesizleşmesi ve Avrupamerkezciliğin eleştirisi önemli bir mesafe kat etti. Fakat şu da bir gerçek: Yapısal bir dönüşümün uzağındayız. Sömürgecilik ve emperyalizm eleştirisi hâlen kısmî görülüyor: Dar, dinozor “Üçüncü Dünyacı” ya da iflah olmaz “Doğucu” bir çevrenin ilgi duyduğu, modern dünyamız açısından son derece tikel ve kısmî bir çalışma alanı veya söylem biçimi. Bugünlerde içinde olduğumuz kriz anlarında ortaya çıkar ve ardından unutulur, yine olağan döneme geri döneriz. Türkiye’deki ideolojik yarılmayı hatırlarsak, bu söylem biçiminin Avrupacı mevzileri kaybetmeye ve muhafazakârlığa cephanelik taşımaya düşünenler bile var…

Sömürgecilik-emperyalizm eleştirisi kitapçı raflarında ya da zihinlerimizde kendi küçük alanına terk edilecek tikel (partiküler) bir alan değildir. Örneğin liberalizmin peygamberlerinden biri olan John Locke’un felsefesini Yönetim Üzerine İkinci İnceleme’sindeki Amerikan yerlileri üzerine sömürgeci çözümlemelerinden yalıtılmış bir biçimde anlayamayız. Bu çözümlemeler, Batılı-kapitalist insanın akılcılığa (rasyonaliteye) sahip olduğundan evrensel insan sıfatını kazandığına ve irrasyonel yerlileri sömürmesinin haklı olduğuna yönelik bir söylem kurar.

Eleştirel Teori’nin içkin ve aşkın eleştiri kavramlarıyla düşünelim. Aşkın eleştiri, en yalın anlatımla, sömürgecilik ve emperyalizmbir insanlık suçudur der, konuyu nesnesine aşkın kategorilerle eleştirir. Bu zaten varsayımlarımız ve iddialarımız arasında. İçkin eleştiri ise daha başka bir eleştirel hat açar: Nesnenin kendi içindeki çelişkilerin ürettiği gerilimleri gün yüzüne çıkarmak, böylece öncesinde doğal görülenin ideoloji olduğunu ifşa etmek. Kapitalizmin vaat ettiği özgürlüğün büyük bir çoğunluğun özgürlükten yoksunluğu ya da bağımlılığı pahasına gerçekleşen eksik bir özgürlük olduğunu ileri süren Marx bunu yapar. Avrupa düşüncesinin çelişkileri de bu içkin eleştirinin verimiyle ortaya konulabilir. Bir yüzü sömürgeci barbarlık diğer yüzü insan… İçkin eleştiri şunu açıklıkla anlamamızı da sağlar: Eleştirel Teori’nin bilinen temsilcilerinin odaklandığı faşizm sorunu sömürgecilik hesaba katılmadan anlaşılmaz. Sömürgeciliği çözümlemenin merkezine oturtmamak Eleştirel Teori’nin parlak çözümlemelerini de bir tarihsel ve ampirik eksikliğe sürüklemiştir. Çünkü sömürgecilik ve emperyalizm kavranmadan ne modernlik ne de faşizm anlaşılabilir. Frankfurt Okulu’nun kapitalizmi konuşmayanlara faşizm konusunda da sessiz kalmaları gerektiğini bildirdikleri söylenir. Aynısı sömürgecilik ve emperyalizmi konuşmayanlara da söylenmelidir.

Son olarak, Jürgen Habermas olayını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siyonist vahşeti ve barbarlığı utanmazca onaylayan açıklamalar. Bahsettiğim iç çelişkilerin üzerine düşünerek bir ders çıkarmanın vakti geldi de geçiyor. Habermas’ın Siyonizm’inin kendi düşünce geleneği içinde bir sapma olup olmadığını ayrıca tartışabiliriz. Fakat Eleştirel Teori’nin eleştirisini sakatlayan içkin nedenlere değinmiştim. Eleştirel Teori ve onun içinde yer aldığı Batı Marksizm’i yeni bir eleştirel teoriyle yüzleştirilmelidir. Bu yeni eleştirel teorinin öncü isimlerinden biri de önceki soruda dikkat çektiğiniz Césaire’dir.

Césaire’nin Sömürgecilik Üzerine Söylev ile başını çektiği, sonradan Albert Memmi, Frantz Fanon ve Edward Said’le çok daha gelişmiş bir niteliğe kavuşan yeni bir eleştirel teori birikiminden söz ediyorum. Bu eleştirel birikim, kapitalizmi, faşizmi, sömürgeciliği ve emperyalizmiyeni bir bakış açısıyla yorumlamamızı sağlar.

Elbette geleneksel Eleştirel Teori’nin birçok temsilcisinin siyasi kötümserliğinden uzak, yeni bir dünyanın kuruluşuna dair siyasi eyleme de sevkeder. Çoğu kişiye göre eski sömürgecilik bitmişti ama İsrail’in sömürgeci barbarlığı bunun bir liberal yanılsama olduğunu gösterdi. O halde, bundan böyle yapmamız gereken şey, yanılsamaları dağıtan yeni bir kuramsal birikimle donanmak.