Osmanlı da tıpkı Aşk-ı Memnu'daki Bihter gibi, Batılılaşma sürecinde "yasak bir aşk" yaşar. Batı’nın maddi kültürünü kucaklarken, bunu sadece yüzeysel bir şekilde benimsediğinden manevi ve toplumsal dengeleri yitirecektir. Aslında ne tam Batılı olabilmiştir Osmanlı ne de tam Doğulu.
Bir edebi eseri yazıldığı dönemin toplumsal ve tarihi arka planıyla okumak o esere daha derin bir perspektifle bakmamızı sağlayacaktır. Bazı eserler ise kendi yazıldığı dönemden taşıp günümüze dair de birtakım izlekleri bizlere sunmaktadır.
Türk edebiyatında kuşkusuz bunun fazlasıyla örneği bulunmakta. Bu anlamda Türk edebiyatına baktığımızda Halit Ziya Uşaklıgil, Tanzimat’ın etkilerinin sürdüğü ve Batılılaşma hareketlerinin hız kazandığı bir dönemde yetişmiştir. Ve eserlerinin birçoğunda zamansızlık mefhumu ile günümüze dair de olgular görebiliriz. Halit Ziya’nın yaşadığı Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) gibi yenilik hareketleri, Osmanlı toplumunun çeşitli yönlerini dönüştürmeye çalışmıştır. Batılı yaşam tarzı ve kültürü, dönemin üst sınıflarını etkilerken toplumun daha geniş kesimlerinde çelişkiler ve çatışmalara yol açmıştır. Burada da bireyin bu dönüşümde yaşadığı krizleri Uşaklıgil’in eserlerinde görebiliriz.
Halit Ziya’nın 1899-1900 yılları arasında kaleme aldığı ve 1900 yılında kitap olarak yayınladığı Aşk-ı Memnu romanı daha sonra geniş bir izleyici kitlesine de sahip olacak bir TV dizisi olarak da hayatlarımıza giren bir fenomene dönüşecekti. Hatta bu öyle bir fenomen ki çeşitli sosyal medya platformlarında alıntılanan bir 21. YY. Türkiye tragedyası desek yanlış bir tanımlama olmayacaktır. Fakat TV dizisi ile yazılan roman arasındaki bağlar kurgu bağlamında güçlü görünse de romanın alt metni bağlamında o güçlü olma hâletinden oldukça uzaktır. Bu yazıda daha çok roman ve romanın yazıldığı dönemle ilişkisi, kendi yazıldığı dönemden de günümüze dair çeşitli sorgulamalara gayret edeceğimiz bir inceleme olacaktır.
Aşk-ı Memnu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma sürecindeki çelişkilerinin bireyler üzerindeki etkilerini derinlemesine ele alan önemli bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu roman, yalnızca bir yasak aşk hikâyesi değil, aynı zamanda bir dönemin ruh halini, toplumsal değişimleri ve bu değişimlerin bireylerin iç dünyasında yarattığı çatışmayı çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır.
Romanı kısaca özetlemek gerekirse- diziyi değil romanı-; Adnan Bey, zengin, olgun ve dul bir İstanbul beyefendisidir. Eşinin ölümünden sonra iki çocuğuyla sakin bir hayat sürmektedir. Ancak genç ve güzel Bihter ile tanışınca hayatı değişir. Bihter, annesi Firdevs Hanım’dan kaçmak ve toplumsal statü elde etmek amacıyla Adnan Bey ile evlenir. Bihter, evlilik hayatında beklediği mutluluğu bulamaz ve Adnan Bey’in yeğeni Behlül ile tutkulu bir ilişkiye başlar. Behlül, yakışıklı, çapkın ve sorumsuz bir gençtir. Bihter, bu yasak aşkın kendisine mutluluk getireceğini umarken, olaylar giderek karmaşıklaşır. Evin diğer sakinleri, özellikle Adnan Bey’in kızı Nihal, bu ilişkiyi fark etmeye başlar. Skandalın büyümesiyle birlikte Bihter, yaşadığı utanç ve çaresizlik nedeniyle trajik bir sona doğru sürüklenir ve intihar eder.
Romanın merkezinde yer alan karakterler, Osmanlı’nın Batılılaşma sürecinin bireyler üzerindeki etkilerini gözler önüne seriyor. Adnan Bey, geleneksel Osmanlı değerlerini kısmen korumaya çalışan ancak Batılı bir yaşam tarzına da adapte olmaya çalışan biri, aynı zamanda köşkün otoritesini sağlayan, düzeni bozmayan ve aileye bağlı bir figür. Adnan Bey, geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlıdır. Evlilikte romantizmi değil, güveni ve huzuru ön planda tutmaktadır. Bu durum, Osmanlı toplumunun geleneksel erkek anlayışını çağrıştırır. Yasak aşk gibi karmaşık olayların farkında olmamasının ya da bunlara tepki verememesini, onun statükocu ve Doğu’nun durağan yapısıyla özdeşleştirebiliriz.
Behlül ise bireysel arzularını her şeyin önüne koyan, Batı’daki birey merkezli anlayışa uygundur. Behlül, Batı modernitesinin eleştirilen yüzü olarak, yüzeysel ilişkiler kuran ve sorumluluktan kaçan bir karakterdir. Behlül aynı zamanda kendi bakımına özen gösteren keza sürme çeken, dış görünüşüyle oldukça meşgul bir karakterdir. Bu özellik aynı zamanda dönemin "Batılılaşma" sürecindeki gençler arasında sıkça eleştirilen yüzeysellik ve şekilci modernleşme anlayışını da sembolize eder. Behlül’ü dandy (Türkçede "züppe" ya da "jön") bir karakter olarak nitelendirebiliriz. Hatta dandy kültürünün Osmanlı edebiyatındaki erken örneklerinden biri olarak değerlendirebiliriz. Eğlenceye düşkün, flörtöz yapısı romandaki belirgin diğer özellikleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bihter’i ise Doğu (Adnan) ve Batı (Behlül) arasında sıkışmış bir birey olarak analiz edilebiliriz. Doğu’nun geleneksel kadın anlayışının yozlaşmış bir örneği Firdevs Hanım’dan (annesi) uzaklaşmak ister. Şıklığı, kibarlığı ve zarafetiyle Batılı bir yaşam tarzını benimser. Doğu’nun kadını pasif ve fedakar görme anlayışına karşı çıkarak, tutkularının peşinden gider. Ancak bu durum onu trajik bir sona götürecektir. Bihter bu bağlamda bizlere Osmanlının son döneminden Cumhuriyet’e oradan da günümüze kadar devam eden gerek yer yer halı altına süpürdüğümüz gerekse süpüremediğimiz bu doğu-batı krizinin bir yansıması diyebiliriz.
Bihter Avrupai bir yaşam tarzı ve bireysel özgürlük arayışıyla Batı'nın etkisini temsil ederken Behlül'e olan aşkı ise onu Doğu toplumunun ahlak anlayışına aykırı bir özgürlük ve bireysellik arzusunu yansıtmaktadır. Bihter tıpkı Osmanlı’nın modernleşme sürecindeki kimlik arayışı gibi, ne tam anlamıyla modern (Batılı) bir birey olabilir ne de geleneksel (Doğulu) bir kadın kalabilir. Bu çatışma, onun hem bireysel mutluluğunu hem de toplumdaki yerini sorgulamasına neden olacaktır. Bihter’in trajedisi, Batı’yı idealleştiren ama Doğu’nun gerçekliklerinden kaçamayan bir toplumun içsel çelişkilerini yansıtır. Tıpkı Bihter gibi, Osmanlı da Batılılaşma sürecinde "yasak bir aşk" yaşar. Batı’nın maddi kültürünü kucaklarken, bunu sadece yüzeysel bir şekilde benimsediğinden manevi ve toplumsal dengeleri yitirecektir. Aslında ne tam Batılı olabilmiştir ne de tam Doğulu. Bu bağlamıyla ise Türkiye’nin modernleşme serüveninde yaşadığı kültürel ve sosyal ikilemi yansıtmaktadır. Kitaptaki trajik son ise bu krizin nasıl bir açmaza sebebiyet verdiğini de göstermektedir.
Türkiye’nin geçmişten günümüze yaşadığı şeyi bir kimlik krizi şeklinde okuyabilir miyiz?
Bu soru kuşkusuz cevabını da içerisinde barındırıyor. Bu kimlik ve kültür bunalımı, bir çelişki ve kültürel şizofreni her detayda karşımıza çıkmaktadır. Bu çelişki, bazen bir kimlik arayışına dönüşecektir; çünkü batı, modernlik ve ilerleme ile özdeşleştirilirken, doğu ise geleneksel, mistik ve doğa ile iç içe bir yaşam biçimini simgelemektedir. Bu iki farklı dünya görüşü arasında sıkışıp kalmış bir toplumun bireyleri, bazen her iki kültürü de kucaklamak isteyebilirken, bazen de birinden tamamen uzaklaşarak diğerine yönelmeye çalışabilirler.
Bu kimlik krizini bireylerin tercihlerinden tutun da taşra ve metropol arasındaki oluşan büyük bir yarıktan da gözlemleyebiliriz. Tarihimize baktığımızda bu batılılaşma sürecinde toplumun büyük kesimi, şark ile garp arasına sıkışmış, geleneksel değerler ile modern değerler arasında bir "arada kalmışlık" yaşamıştır. Kültürel şizofreni ise, bu iki kültürün birey üzerindeki baskıları arasında bir ayrım yapamamak, sürekli bir kimlik bunalımı yaşamaktır.
Bir yanda toplumsal normların ve geleneklerin baskısı, diğer yanda modernleşme, bireysellik ve küreselleşmenin etkisiyle şekillenen batılı yaşam tarzının cazibesi vardır. Bu çelişki, bireyi sürekli olarak kim olduğunu sorgulayan, bazen bir yönü reddedip diğerini benimseme, bazen de her iki yönü bir arada var etmeye çalışma çabası içerisine sokar. Bu arada kalmışlığın bütün izlerini taşımaya devam ederken asıl merak edilen sonumuzun “Bihter” gibi trajediyle mi biteceği ya da bu "arada kalmışlık" döngüsünü kırarak kendine özgü bir kimlik yaratmayı başarıp başaramayacağımızdır.