İnsanlar hayatları boyunca dört temel kaygı ile yüzleşmek ve yaşamak durumundadır. Hem kişilerarası hem bireysel alandaki problemlerimiz bu dört temel konu (ölüm, yalnızlık, hayatın anlamı ve özgürlük) ile ilgilidir.

Yazı dizimize Ölüm Kaygısı ile başlayalım...

“Her şeyin (ilişkilerin, başarıların, tatminin ve tabi ki hayatın) geçici olması ne üzücü!” cümlesini bazılarımız dilinde bazılarımız ise bilinçdışında taşır. “Geçicilik” derinlerde hepimizi kaygılandıran bir durumdur. Anda kalamıyor olmamızın nedenlerinden biri de geçici olmanın getirdiği kaygıdır. Başka bir deyişle, geçmişten keyif almak yerine geçen yıllara üzülmemiz, pişmanlıklarımıza takılıp kalmamız bu yüzdendir. Geçen yıllar bize ölümlü olduğumuzu, gidenin bir daha geri gelmeyeceğini hatırlatır. Ya da geleceğe yönelik endişelerimiz (yaşlanmak, yalnız kalmak, güzelliğimizi ya da popülerliğimizi yitirmek, enerjimizi kaybetmek gibi) elimizdeki anı bilinçli ve keyifli yaşamamıza en büyük engeldir.

Ölüm korkusu kimilerimiz için hayatın işlevselliğini bozacak, hayattan tatmin almayı engelleyecek düzeydedir. Kaygı bozuklukları başta olmak üzere pek çok psikolojik problemin temelinde ölüm korkusu yatar. Bu yüzden saplantılı, koruyucu ritüeller geliştirebilir ya da inançlara, ilişkilere, kültürel öğretilere sıkıca bağlanabiliriz. Ölüm korkumuz kendimizin bile farkında olmadığı yatırım deneyimlerinde de saklanabilir. Ölüm kötüdür. Çünkü terk edilmeyi ya da yok olmayı çağrıştırır. Biz de yok olmamak için çocuklarımız vasıtasıyla geride izler bırakarak, zenginleşerek, ünlü olarak, ibadetlere sarılarak, insanlara faydalı olmaya çalışarak hayatta yer edinmeye çabalarız.

Ölümün bizi sarsması elbette ki çok doğaldır. Ölümü düşünmekten ve konuşmaktan kaçınmamızın sebebi geçici olmanın yaratacağı sarsıntıdır. Bu sarsıntının hayatımızı zenginleştirebileceğini hiç düşündünüz mü? Peki ya ölümlü olmak bilinciyle hayatımızın daha içten ve özgür yaşanabileceğini?

Ölüm korkusu açık ve örtülü olmak üzere iki şekilde karşımıza çıkar. Açık ölüm korkusunu tanımak oldukça kolaydır. Var olmama, yaşanmamış bir hayatı geride bırakma, ölümün kaçınılmazlığı hakkındaki sorgulamalarımız ölüm korkusunun açık halidir. Ya da öldükten sonra nerede olacağımız sorusu, kişisel dünyalarımızın yok olacağı endişesi, geçici dünyanın anlamlılığı hakkındaki derin düşünüşlerimiz… Bu sorgulamanın beraberinde getirdiği yoğun duygular bireyin kendini korumaya yönelik -işlevsel olmayan- inançlar geliştirmesine neden olabilir.

Kişinin gelecek ve hayat ile ilgili aşırı endişe deneyimlediği yaygın kaygı bozukluğunda; takıntılı düşünce ve davranışların günlük hayatı kısıtlayacak hale geldiği obsesif kompulsif bozuklukta; kişinin kendisini tehlike altında algılaması nedeniyle nöbetler yaşadığı panik bozuklukta; ciddi, teşhis edilmeyen tıbbi bir hastalığı olduğu yönünde yoğun korku deneyimlediği hipokondride; travmatik bir deneyim (sevilen birinin ölümü, aile içi şiddet, yaralanma, hastalık, tecavüz, kaza gibi) sonrasında şekillenen travma sonrası stres bozukluğunda ölüm korkusunun önemli bir değişken olduğunu inkar edemeyiz.

Örtülü ölüm korkusunu ele aldığımızda ise kaygımızın nedensiz korkularımızda, kâbuslarımızda, ölümsüzlük projelerimizde ve belli yaşam olaylarında saklandığını söyleyebiliriz. Kabuslarımızda genelde ölümden-ya sevdiğimiz birinin ya da kendi ölümlülüğümüzden- kaçarız. Neyse ki tam her şey bitti derken uykumuzdan uyanır, hayatımıza kaldığı yerden devam edebiliriz. Kabuslarımız gibi ölüm korkusunu kamufle ettiğimiz pek çok ölümsüzlük projemiz vardır. Bu projelerin genelde farkında değilizdir. Bedenimiz, çocuklarımız, bitirmeye çabaladığımız kitaplarımız ve daha nice hedeflerimiz…

Bu yüzden yaşlanma belirtisi, bedenimizdeki bir kusur, çocuğumuzun başarısızlığı ya da bitiremediğimiz bir proje karşısında oldukça yoğun kaygı hissedebiliriz. Tüm bunlar bize sınırlı gücümüz olduğunu fark ettirmiş olabilir.

Benzer şekilde belli yaşam olayları da ölüm kaygısı taşır. Ciddi bir hastalığa yakalandığımızda ya da hastalık şüphesiyle tek bir gün geçirdiğimizde, güçlü rol modellerimizin ölümüne şahit olduğumuzda, travmatik yaşantılara maruz kaldığımızda, biteceğini hiç düşünmediğimiz evliliğimizin boşanma ile sonuçlandığını gördüğümüzde “geçiciliği” hissederiz. Bu olaylar hakkında düşündükçe ölümün ve ölüm korkusunun gün yüzüne çıktığını görürüz. Ölümün “Ben buradayım!” demesi bizi kaygılandırsa da bu kaygı bir uyanma deneyimine de dönüşebilir.

Uyanma Deneyimi Nedir?

Ölümü yok saydığımızda her geçen gün ritüellerimiz belirginleşir, monotonlaşmaya başlarız. Her gün bir önceki günün tekrarı gibidir. Sevdiklerimiz, özlediklerimiz, hayallerimiz, pişmanlıklarımız hayatımızı es geçer. Duygusal farkındalıklar yerine hayatın karmaşasına ayak uydururuz. Ama şanslıysak bazı deneyimler sayesinde hayat ve varoluşumuz ile ilgili sorular sormaya başlarız. Uyanma deneyimi de tam bu noktada başlar.

Uyanma deneyimi her günü son gün gibi yaşamaktır aslında. Hayatta büyük değişiklikler yapabilmemize güçlü bir yardımcıdır. Ölümü kabul ettiğimizde, hayatımızın tüm sorumluluğunun bize ait olduğunu kavrarız. Hayatımız dış etkenlere ne kadar bağlı olursa olsun bize düşen yüzdeliğin sorumluluğunu alarak yaşamaya başlarız. Kazandıklarımız, kaybettiklerimiz, şikayetlerimiz, başkalarının sahip oldukları, başkalarının yaptıkları önemini kaybeder. Çünkü elimizde tek bir an vardır. Pişman olmadan yaşayabileceğimiz bir ömür için elimizdeki andan başka fırsatımızın olmadığı görmeye başlarız. Uyanma deneyimi, yaşayamadığımız gençliğimize, söyleyemediğimiz cümlelere üzülmemek için elimize geçen fırsattır. Acının da hayatın bir parçası olduğunu görerek insan olmanın getirdiği tüm yaşantıları (öfkelenmek, üzülmek, sevinmek, ağlamak, gülmek, kazanmak, kaybetmek gibi) kabul etmektir. Sevmeyi öğrenebilmenin, acıyı kabullenebilmenin, kendine ve başkalarına şefkat gösterebilmenin, varoluşunu takdir edebilmenin anahtarıdır.

Hayatta bazı dönüm noktaları uyanma deneyimi için oldukça anlamlıdır. Doğum günlerinin, yıl dönümlerinin ya da eski arkadaşlarımızla buluşmalarımızın ardından geçen zamana şaşırıp “Vay be!” dediğimiz olmuştur. Bazen dönüm noktaları sayılabilecek yaşantılar bazen de bir rüya ölümlülüğümüzü ve nasıl yaşamamız gerektiğini düşünmeye başlatır. Ya da sevilen birinin kaybı geride kalan kişiyi kendi ölümlülüğüyle yüzleştirir. Ölümle yüzleşmek beraberinde hayatın anlamını sorgulamamıza ve üzülmemize neden olabilir. Ölümle yüzleşmek kaygı doğurur ama aynı zamanda hayatı zenginleştirecek bir potansiyel de taşır.

Genelde insanların, giydiklerimizin, yaptıklarımızın “nasıl” oldukları ile aşırı meşgulüzdür. “Varlık mucizesinin” kendisine odaklanmayı günlük hayatın karmaşasında ihmal ederiz. Öte yandan kanser nedeniyle ölümle karşı karşıya gelen çok insanın keder denizine dalmak yerine geliştiklerini ve hayattan doyum alabildiklerini görürüz. Çoğu zaman biz onların yerinde olsak mücadele edemeyeceğimizi, gülemeyeceğimizi, hayatın güzelliklerine odaklanamayacağımızı, kanser karşısında güçlü duramayacağımızı düşünürüz. Onlarda olup bizde olmayan nedir? Gerçekten istemedikleri şeyleri yapmama gücüne sahip çıkmaları, sevdikleriyle daha derinden ilişkiler kurup hayatın denetlenemez gerçeklerini içtenlikle takdir etmeleri, yeni bir his olan merhameti fark etmeleri olabilir mi? Sonunda kendilerine özgür ve özerk olma izni verdiklerini fark ettiniz mi? Tüm bunları sağlayan burun buruna geldikleri ölümün bir uyanma deneyimine dönüşmesidir.