Zeki Demirkubuz, sosyal medya hesabından en iyi film ve en etkileyici oyunculuğa sahip olan filmi Manchester by the Sea olarak açıkladı.

2016'da vizyona giren Amerikan yapımı dram filmi Manchester by the Sea filmini, o dönem Nilüfer Konak Kültür Merkezi'nde Başka Sinema sayesinde izlemiştim. Filmden çok etkilenmiş ve hemen eve gidip mütevazi blog sitemde filmle ilgili karalama yapmıştım. Zeki usta filmi tekrar dolaşıma sokunca ben de bi arşivi yoklayayım dedim. O gün bugündür bir daha izleme cesareti gösteremediğim bir filmin 8 yıl önceki yazısına gitmek iyi de oldu. Tozları üfledik...

Manchester by the Sea: Hayat gibi bir film

Hayat trajedilerle doludur. Kariyer olarak zirve yapmış veya topluma model insan olarak sunulmuş birçok kişinin hayatında trajediler yatar.

Başarılı ve özenilir bir hayata ulaşmış her kimsenin geçmişinde ciddi trajediler olacak diye bir şey yok elbette ama trajedisi olanların geldikleri 'başarılı' noktalar daha anlamlı olabiliyor. Bu bazen trajedileri umuda dönüştürebilmenin kanıtı belki de.

Bazılarımız trajediyle yaşamanın yollarını bulur, bazılarımız ise maalesef bunu başaramaz. Bize yaşadığı ağır bir trajedi sonrası tekrar hayata dönmeyi başaramayan, kendi deyimiyle ‘bomboşum artık hiç bir şey kalmadı, beceremedim, olmadı’ diyen bir karakterin üzerine kurulu bir film izledim Başka Sinema’da. Başrolünde Casey Affleck’in oynadığı, 6 dalda Oscar adayı olan Manchester by the Sea (Yaşamın Kıyısında) filminden bahsediyorum.

Bizlere beyaz perdede trajediyle yaşamanın yolunu bulamayan ve filmin Türkçe karşılığı gibi sürekli yaşamın kıyılarında gezinen, içine giremeyen Lee’yi izleten Casey Affleck, oyunculuğuyla adeta şov yapmış.

Bu kadar kıymetli bir filmle ilgili spoiler vermek istemiyorum ama bunu yapmadan da filmi anlatmak kolay olmayacak gibi. O sebeple sürprizini çok fazla kaçırmadan bir şeylerden bahsetmek bu yazıma daha da anlam katacaktır. Apartmanda hizmetli olarak hayatını sürdürdüğüne şahit olduğumuz Lee, gelen telefonla abisini kaybettiğini öğrenir ve doğup büyüdüğü kasabaya geri döner. Oldukça basit bir öykü di mi? Evet basit ve sade bir öykü ancak bunu iyi oyunculuk, kuvvetli senaryo ve geçmiş-şimdiki zaman arasındaki kopukluğu hissettirmeyen kurgu ile derdini öyle güçlü anlatıyor ki bir zaman sonra baş karakter Lee’nin yerine kendinizi koymaya başlıyorsunuz.

Lee'nin öyküsü normal seyrinde yaşanırken bazen paralel kurgu tekniğiyle film, gerek uzun gerek de kısa sahnelerle geçmişe döner. Bu flashbcaklerde eğlenceli bir parti sahnesine dönen filmin en vurucu sahnesinin geleceğini kimse beklemiyor tabi.

Zaman zaman sosyal medyaya da düşen filmin bu sahnesinde, sahnenin durağanlığına ve eğlencesine zıt olan Tomas Albinoni’nin 8 dakikalık Adagio'sunu arka fonda duyarız. Bizi geçmişte yaşanan o trajediye hazırlayarak götüren yönetmen müziğin de gücüyle ortaya sarsıcı bir sahne çıkartıyor.

Yaşanan trajediyi öğrendikten sonra Lee’yi daha iyi anlamaya, baştan anlamlandıramadığımız hatta kızdığımız davranışlarına hak vermeye ve en nihayetinde ona acımaya başlıyoruz. Ağır dramatik öğeler içermesine rağmen olayın ajite edilmemesi, cıvık cıvık duygusallık olmadan dram filmi ortaya çıkarılması filmin alametifarikası olsa gerek.

Filmin inandırıcılığı ve gerçekçiliği de burada gizli bence.

Zaman zaman tebessüm ettiriyor, merhamet hissinizi kuvvetlendiriyor ve bazen de sarsıyor. Bir trajedinin birinin hayatını nasıl mahvedebileceğini gösteren film, empati duygusunu da harekete geçiriyor. Geçmişi arkada bırakıp yeniden başlamak gerçekten zor.

Hayatta böyle değil mi? 

Trajedi ile umut, geçmiş ile gelecek, hüzün ve mutluluk hep iç içe. Bir o duygudan bir o duyguya savruluyor, bazen yaşamın içine girmeden kıyılarında gezinip duruyoruz.

Filmdeki Lee gibi.