“Bu inşaatın temelinde yalan vardır. Betonunu çaldınız, demirini çaldınız…” Bereketli Topraklar Üzerinde filmi– Erden Kıral

Şu an adım adım ilerlemekte olan bu satırları yazmanın zorluğunu ifade etmeliyim. Nasıl olur da yaşanan elem verici hadisenin yakıcılığını birkaç kelimeyi seçip yan yana getirerek ifade edebilirim, bilemiyorum. Ancak emin olduğum şu ki yaşanan acılar kelimelerle ifade edilemeyecek boyuttadır. Zira depremde binalar yıkıldı ve bunun sonucunda oluşan enkazların altında canlılar kurtarılmayı bekledi ve kurtarılamayanlar can verdi demekle o enkazların altında kalmak/beklemek bambaşka şeydir. Belki depremi yaşayanların hislerine tercüman olunabilir ancak o hisler yaşantılanamaz. Bu nedenle mevcut yazının meşgalesi depremin acılarını tasvir etmek ya da bu acıların anatomisini çıkarmak değildir. İnanıyorum ki böyle bir teşebbüs yaşanan acıların karşısında mevcut yazıyı oldukça cılız kılar.

Lafı daha fazla uzatmadan söylemek gerekirse bu yazı esas itibariyle depremin sonucunda karşılaştığımız ve çok kapsamlı tartışmalar gerektiren; ihmal, ihlal ve inkâr kültürlerini tartışmayı hedefler.

Öncelikle hepimizin kabul edeceği gerçek şudur: Deprem doğal bir olgudur ve engellenemezdir.

Ancak kolaycı ve kibirli zekâların kabul etmekte zorlandığı ayrıntı depremin yol açacağı felaketlerin önlenebilir ya da en asgari düzeye indirilebilir olduğu gerçeğidir. Bu zamana kadar teoride ve pratikte tecrübe ettiklerimiz ve öğrendiklerimiz insanların depreme karşı alternatif yapılar oluşturma becerisine sahip olduğunu kanıtlıyor. Aynı zamanda hem ülkemizde hem de dünya çapında bu soruna karşı çözüm niteliğine sahip teknolojilerin kullanıldığından da haberdarız. Nitekim bu elverişli birikimin karşısında hala böyle felaketler yaşanıyorsa ve buna rağmen eksikliklerimizi, yetersizliklerimizi ve günahlarımızı yüksek sesle inkâr ediyorsak fay hattı üzerine kurulan bu topraklarda gelecekte yaşanması kuvvetle muhtemel olan felaketlerin bizatihi sorumluluğunu üstlenmiş oluruz.

Peki, nedir eksikliklerimiz, yetersizliklerimiz ve günahlarımız?

Peşinen tüm bunların baş sorumlusunun devlet ve yönetici zümre olduğunu en gür sesle ifade etmeliyim. Devlet; öngörü, planlama, örgütlenme, güvenlik ve acil çözüm demektir. Devlet mekanizması, organları ve kuruluşlarıyla olası sorun(lar)a karşı hızlı müdahale ve çözüm üretmek ile yükümlüdür ve yönlendirici olmalıdır. Tüm bunlar devlet çatısı altında faaliyet yürüten kurumlar ve onların üyeleri vasıtasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla bu niteliklerin eksikliği yaşanan felaketlerin bizatihi sebebidir. Depremin gerçekleşmesiyle birlikte bir kez daha bunu tecrübe ettik. Çünkü bilim insanlarının bu konuyla ilgili yürüttüğü araştırmalar çok uzun yıllardır dikkate alınmadı. Bölgenin jeolojik yapısına uygun şehirleşme planı yapılmadı. . Hükümetler, yöneticiler değişti bu durumlar değişmedi.

TÜRKİYE'DE KIRMIZI PAZARTESİ

Bu aşamada duygu ve düşüncelerime tercüman olması adına Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanından destek alabilirim.

Marquez, bu romanında okuyucuyu minik bir kasabada işlenen töre cinayetinin içine çeker. Üstelik cinayet tüm ayrıntılarıyla kitabın ilk sayfalarında okuyucuya aktarılır. Tıpkı romanın ana teması gibi okuyucu da cinayeti gerçekleşmeden öğrenir. Cinayeti kim işleyecek ve hatta bu cinayet ne zaman gerçekleşecek her detay bilinir. Bunun ötesinde cinayete kurban gidecek kişi de bilinir. Her ne kadar roman bir töre cinayeti etrafında örülmüş olsa da bu cinayetin adım adım yaklaşıyor olmasına rağmen insanların cinayete karşı böylesine kayıtsız, donuk ve vurdumduymaz kalması romanın en önemli detayıdır. Romanda cinayetin failleri herkese ama herkese bu cinayeti duyurur.

Kısacası kitabın teması şöyle özetlenebilir: Bu cinayetin işleneceğini herkes bilir, ancak hiç kimse umursamaz. Nitekim yaşanan hadiselerin nihai sonucu romandaki kişinin öldürülmesi olur. Herkesin vicdanı rahattır. Suçsuzluk duygusu hâkimdir. Gözümüzün önünde olan asıl şey görünmeyen detaylardır. Göz göre göre herkesin sessizliği ile pekiştirilen bu cinayetin asıl sorumluları tüm kasaba halkıdır. Din insanları, yönetici zümre, halk ve toplumun diğer bileşenleri cinayete sessiz kalarak çoktan cinayetin paydaşı olmuştur.

6 Şubat gecesi yaşadığımız depremin hikâyesi de tıpkı Kırmızı Pazartesi romanında işlenen cinayet gibidir. Depremin gerçekleşeceği öngörülüyordu. Bilimsel araştırmalar, medya ve benzeri bir çok kuruluş bu fay hattında biriken enerjinin boşalma ihtimalini vurguluyordu. Bölgede yaşamakta olan milyonlarca insanın etkileneceği ve bunun sonucunda tarifsiz acıların yaşanacağı öngörülüyordu. Buna rağmen elimizdeki bilgiler işe yaramıyor ve cinayetin muhtelif saati bekleniyordu. Nasıl ki tüm kasaba cinayete sessiz kalarak o cinayetin ortağı olmuşsa biz de ülkece tüm uyarılara kayıtsız depremin sonuçlarının ortağı olduk.

Yaşanan felaketin sonucunda yine aynı terane; önce ihmal, sonra inkâr ve ihlal!

Önce ihmal sonra inkar ve ihlal! Bunun varacağı son, tekrardır. Aynı acıların tekrarı... Her şey öngörülüyordu ama yeterli tedbirler alınmadı. Depremin sonuçları bir kez daha değer yargılarımızın rengini dışavurdu!

Suçlu için etrafa bakmanın lüzumu yok, bizzat suç mahallinde hepimiz failiz!

Hatta sorun depremin olacağı uyarılarıyla da sınırlı değildir. Mesela; imar affını talep ettik. Yöneticiler ise imar affını vaat olarak sundu. Rüşvet alındı. Aynı zamanda rüşvet verildi. Çimentodan çalındı. O yapı denetlenmedi ya da görmezden gelindi. Sonucunda bu binaları talep ettik. Ne engelleyici girişimlerde bulunabildik ne de kamuoyu baskısı oluşturabildik.

Sonuç olarak depremden sonra yaşadıklarımız; teknik birikimlerimize, ekonomik altyapımıza ve yetişmiş insanlarımıza rağmen asgari seviyeye düşürülmediyse ve hala felaketler yaşanıyorsa ortada sosyo-kültürel bir sorun var demektir. Tarihsel raporlara ve bizzat deprem tecrübelerine sahip bir ülkede hala bunlar tekrarlanıyorsa hepimizin eline bir miktar kan bulaşmıştır. Hala çürük, dayanıksız ve uygunsuz binalar inşa ediliyorsa bu görev bilincimiz, iş ahlakımız ve değer yargılarımızın çürük, dayanıksız ve uygunsuz karakterini yansıtır.

Bu nedenle yukarıda söylediğimizi tekrarlayabiliriz. Sorun sosyo-kültüreldir, değer yargılarımızla ilgilidir...