Prof. Dr. Hilmi Demir’in ‘Sekülerleşme, Laiklik, Dindarlık – Asıl Sorun Nerede?’ başlıklı yazısından ilhamla, kutsal ile sekülerin iç içe geçtiği günümüzde, bu iki olguyu aynı anda yaşamanın mümkün olup olmadığını sorgulayıp yeni sorular yöneltmek istedim.

Prof. Dr. Hilmi Demir’in Mayıs 2025 tarihli, TEPAV sitesinde yayımlanan ve 21 Mayıs'ta Fikir Turu’nda da yer bulan Sekülerleşme, laiklik, dindarlık – Asıl sorun nerede? başlıklı yazısı, Türkiye’de sekülerleşme üzerine bir zihin jimnastiği sunuyor. Yazı, laiklik ile sekülerliği birbirinden ayırarak, sekülerleşmenin dinsizlikle eşanlamlı olmadığını, hatta sekülerleşmenin son dönemde İslam dünyasında da hızla yayıldığını iddia ediyor. Yazının dikkat çekici yanı, toplumsal gözlemle teori arasında bir denge kurmasıdır. Fakat tam da bu dengenin olduğu yerde, bazı sorular doğuyor.

Bunları, samimi bir düşünsel çaba olarak yöneltmek isterim.

1. Hilmi Demir, sekülerleşmenin dinsizlik olmadığını, daha ziyade bireyin gündelik hayatındaki referans sisteminin dönüşümü olduğunu belirtiyor. Bu ayrım, ilk bakışta açıklayıcı görünüyor. Ancak burada durup sormamız gerekiyor: Sekülerlik gerçekten yalnızca bireysel düzeyde işleyen bir süreç midir? Laiklik ile sekülerliği bu şekilde ayırmak; birincisini kolektif bir siyasal pratik, ikincisini bireyin kişisel tercihi gibi kodlamak anlamına geliyor. Oysa gündelik hayatı dönüştüren sekülerleşme biçimleri, artık bireyin ötesine taşan ve kamusal alanı, ortak ritüelleri, sembolleri de dönüştüren toplumsal bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmıyor mu?

Bahsettiğiniz üzere camide düzenlenen “baby shower” etkinliği, yalnızca bir ailenin bireysel tercihi değildir; aksine kutsal mekânların anlam haritasının, piyasa aklı ve çağdaş tüketim kültürüyle yeniden çizilmesinin sadece bir örneğidir. Buna benzer farklı örneklerde gösterebiliriz. Geçtiğimiz dönemlerde camide düğün ritüellerini yerine getiren ve pasta kesen çiftleri de görmüştük. Bu durum, sekülerliğin toplumsal bir norm hâline geldiğini ve ortak sembolleri dönüştürdüğünü göstermez mi? Eğer kutsal olanın anlamı dönüşüyorsa, bu dönüşümün yalnızca bireysel düzeyde kaldığını söylemek eksik olmaz mı?

2. Bugün Türkiye’de sıkça karşılaştığımız durum, bireyin hem seküler hem de dindar değerlere referansla hayatını inşa etmeye çalışmasıdır. Peki bu durum, yaşanabilir bir çoğulluk mu yoksa bir tür çatlak mıdır? İki farklı değer yargısının aynı bünyede bir arada yaşanabiliyor olması, bu birlikteliğin olağan ve uyumlu bir form oluşturduğu anlamına gelir mi?

Burada, Hilmi Demir’in yazısında mealen ifade edilen güçlü bir argümana ulaşıyoruz: “Sekülerleşmeden kaçınmanın mümkün olmadığı.” Bu tezin giderek daha fazla kabullenildiği bir dünyada, sekülerlik dışı bir alternatifin kalmadığını ileri sürmek mümkün görünüyor. Ancak – bu iddianın kendi başına derin bir tartışmayı gerektirdiğini kabul ederek burada nokta koymak gerekirse – içinde yaşadığımız dünya artık seküler normların belirlediği bir zemin sunuyor.

Öte yandan, din olgusu yalnızca inançla sınırlı bir mesele değil; gündelik yaşamdan mahremiyete, özel hayattan kolektif ahlaka kadar bireyin varoluşsal yönelimlerini şekillendiren bir temel dayanak. Dolayısıyla burada sorulması gereken esaslı soru şudur: Gündelik hayatın referansları seküler normlara göre şekilleniyorsa, bir bireyin din merkezli bir dünya görüşüne hâlâ sahip olduğunu varsaymak ne ölçüde tutarlıdır?

Eğer bu soruya “hayır” yanıtı verilecekse, o zaman şu soruyu da sormamız gerekir: Bu iki olguyu – sekülerlik ve dindarlığı – aynı anda, iç içe, çelişkisiz biçimde yaşamak gerçekten mümkün müdür? Ya da başka bir ifadeyle: Aynı anda iki yoldan gitmek mümkün müdür? Yoksa bu, insanın yön duygusunu yitirmesi anlamına mı gelir?

3. Verdiğiniz örnekte ve türevlerinde kutsal olanın piyasa aklına göre yeniden biçimlendiğini görüyoruz. Ritüeller, kutsal mekânlar, hatta inanç sembolleri dahi artık yeni tüketim kodları içinde yeniden üretiliyor. Baby shower gibi olaylar bunun yalnızca görünür bir izdüşümüdür; arkasında çok daha derin bir dönüşüm yatıyor.

Ancak burada ihmal edilmemesi gereken bir nokta var: Dinin kendi içinde önerdiği bir yaşam öğretisi, kendi değer temelleri, kendi zaman ve mekân anlayışı vardır. Bu öğreti, salt davranış kalıplarından ibaret değildir; insanın dünyayla kurduğu çok yönlü ilişkinin biçimlenmesidir.

O halde sormak gerekir: Bu iki alan – seküler olanla kutsal olan – aynı anda bir bireyde ve bir toplumda yan yana yaşayabilir mi? Bu, kültürel melezleşme olarak mı okunmalı, yoksa parçalanma olarak mı?

Bu sorunun eşiğinde daha da yakıcı bir soru beliriyor:

Yaşadığımız dünyada sekülerlik dışı bir alternatif gerçekten mümkün değilse, iki ayrı öğretisi olan değer dizini içinden dünyayı yaşamak mümkün müdür?

4. Eğer birey, iki farklı değer sisteminin birbirini dışladığı durumları aynı anda yaşıyorsa, bu çoğulculuk değil; bir tür zihinsel parçalanmaya yol açmaz mı? Bir nevi birbiriyle bağdaşmayan değerlerin aynı bünyede çatışarak var olması.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, inananlar için sekülerleşmenin bir yönü de budur: Zemin yitimi ve bu zemin yoksunluğu sadece kültürel değil, aynı zamanda ontolojik bir boşluk yaratır.

Sonuç Yerine Bir Not

Sekülerleşme kaçınılmaz olabilir, evet. Hatta günümüz dünyasında sekülerlik dışında bir alternatifin kalmadığı iddiası, giderek daha güçlü biçimde dile getiriliyor. Artık mesele, sekülerliğin gelip gelmediği değil; onun hangi formlarda ve ne tür dönüşümlerle içselleştirildiğidir.

Bu nedenle, sekülerleşmeyi inançsızlaşma süreci olarak değil, bir anlam rejimi değişimi olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü mesele yalnızca kutsala yönelik inancın zayıflaması değil; anlamın, kutsallığın, utancın, mahremiyetin – yani insanın varoluşsal dayanaklarının – başka referanslarla yeniden kurgulanmasıdır.

Gündelik hayatın referansları, ritüelleri ve duygulanımları artık seküler kodlarla biçimleniyor. Tüketim nesneleriyle kutsal semboller iç içe geçiyor; geleneksel mekânlar piyasa mantığıyla dönüşüyor, birey ise bu kırılmaların ortasında kalıyor.

Peki bu dönüşüm, iki değer sisteminin bir arada yaşanabilmesini sağlıyor mu? Ya da şöyle soralım: Bu iki sistemin yan yana durması, birlikte yaşanabilir bir çoğulluk mu, yoksa çözülmeye yakın bir gerilim hattı mı doğuruyor?

Birey, bir yandan seküler dünyanın araçlarını, dilini, alışkanlıklarını kullanırken; diğer yandan kutsal bir yaşam öğretisine referansla kendi varlığını kurduğunu ileri sürüyor. Bu çelişki sürdürülebilir bir denge mi, yoksa bir tür krizin habercisi mi?

Belki de sorulması gereken asıl soru şudur: İki farklı değeri aynı anda taşımak, bireye çoğul bir yaşam alanı mı sunar, yoksa onu içten içe bölen bir çatışma mı yaratır?

Bu sorular, yalnızca teolojik ya da sosyolojik değil, aynı zamanda felsefî ve varoluşsaldır. O yüzden bu yazı bir sonuca değil, daha derin bir sorgulama arzusu ile kaleme alınmıştır.