Sosyal medyanın parçalanmış gerçeklikleri, bireyi birey olmaktan uzaklaştırıyor ve kitlenin bir parçası haline getiriyor. Belki de asıl cesaret, "herkesin yaptığını yapmamaktan" geçiyor.
Bu yazının konusu, hepimizin bir noktada hayatına dokunan, hatta birçoğu insanın sorgusuz sualsiz benimsediği ve adeta zorunluluk gibi gördüğü bir dizi yaşam biçiminin eleştirisidir.
Toplumun şekillendirdiği ve dayattığı, “herkes böyle yapıyor ama” şeklindeki anlayışın korkutucu ve farklı görünümlerini, zayıflığını ve lüzumsuzluğunu deşifre etmeyi arzulayan eleştiri yazısı da diyebiliriz. Sosyal medya üzerinden de bunu değerlendirebiliriz. Hatta tamamen sosyal medyaya da odaklanabiliriz. Çünkü yaşanan hayatların naklen yayınlandığı, gösteriş için yarışların en fiyakalı pisti artık burası ve insanların davranışlarını koşullayan bir mecra. Peki, bu bir çöküş kültürünün ilmek ilmek hayatlarımıza işlenmesinin göstergesi mi? Nasıl değerlendirmeliyiz?
Herkesin yaptığını yapmak, yok olmanın ilk adımıdır.
Ne demişti ünlü bir düşünür: “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yoktur.”
İlla şunu görmüşsünüzdür: Saatlerce Instagram'da kim ne yapmış, nerede yemek yemiş, nereleri gezmiş, hangi kutlamaya katılmış diye konuşan insanlar... Dikkat edildiği takdirde burada ‘hüzünlü anını paylaşan insanları konuşanlar’ demiyoruz. Çünkü bu dünyada hüzün oldukça az rastlanır bir duygudur.
Tam da bu noktada ideal ile gerçek arasında bir çatışma baş gösteriyor. Gerçek hayat, sosyal medyadaki parlatılmış imajlar kadar gösterişli değildir. Ancak insanlar, gerçek hayatlarını sosyal medyadaki gibi parçalara bölerek sunmak için çaba sarf ediyor.
Dolayısıyla basit bir gözlem sonucunda sosyal medyada insanların hayatlarının en iyi anlarını, en güzel fotoğraflarını ve en gösterişli hallerini paylaşarak kusursuz bir imaj yarattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. En azından genel görüntü bu yönde; ancak bu imaj, gerçeğin yalnızca seçilmiş bir kesitidir; sıkıntılar, sıradanlıklar ve olumsuzluklar bu paylaşımlarda nadiren yer bulur. Oysa gerçek hayat, inişleri ve çıkışları, sıradan anları, mücadeleleri ve eksiklik duygusuyla farklı bir akışa sahiptir. Sosyal medyadaki parlatılmış görüntülerle kıyaslandığında, gündelik yaşam çok daha sade, doğal ve sıkıcıdır. Bu noktada, birçok insanın gerçeği değil, manipüle edilmiş bir hayat versiyonunu referans alarak yaşadığı söylenebilir. Bu durum, derin bir kimlik krizinin ve parçalanmış bir gerçeklik algısının işareti olabilir; hatta bu detayların insanları şizofrenik bir yaşam tarzına sürüklediği ileri sürülebilir.
Günlük hayatımız giderek daha fazla görünür olma baskısı altında değil mi? Artık kaydedilmeyen bir an, paylaşılmayan bir deneyim sanki hiç yaşanmamış gibi kabul ediliyor. Sosyal medya paylaşımlarını bu bağlamda ele aldığımızda, bir fotoğraf karesi, bir hikâye paylaşımı ya da bir TikTok videosu olmadan anlam kazanmayan olayların, gündelik hayatın merkezine yerleştiğini görüyoruz.
Bugün sosyal medya, tam anlamıyla bir simülasyon dünyası yaratıyor. Tatil fotoğrafları, bir kahve dükkanından paylaşılan kareler, spor salonu hikâyeleri, aforizmalar, özel günlerle ilgili duyarlı paylaşımlar... Bunlar yalnızca bireyin kişisel tercihlerini yansıtmıyor; aynı zamanda toplumun dayattığı normları yerine getirdiğini kanıtlayan birer nişaneye dönüşüyor.
Diğer taraftan:
"Herkes onu yaptı, sen niye yapmadın?" cümlesi, söz konusu zihniyetin en çarpıcı ürünlerinden biridir. Artık bireylerin tercihlerinden çok, kitlenin neyi norm haline getirdiği belirleyici oluyor. Yani birey, kendi seçimlerinden ziyade başkalarının ne yaptığına göre hareket etmeye zorlanıyor. Bir tatil yerine gitmek, belli bir kafede kahve içmek, belirli bir markadan giyinmek, hatta belirli bir dizi ya da filmi izlemek bile sosyal sermaye elde etmenin bir parçası haline geliyor. Belirli davranış kalıplarının dışında kalmak bir tür sosyal dışlanmaya neden olabiliyor.
Bu noktada, bireyin kendi varoluşu ile kitlesel onay arasında sıkışmış hale geldiği bir paradoks ortaya çıkıyor. Bireysellik iddiasıyla sunulan bu eylemler, aslında kitlesel benzeşimin bir parçasına dönüşüyor. Herkes aynı giyim tarzını benimseyerek, aynı restoranlarda yemek yiyerek, aynı tatil rotalarını seçerek kendini farklı hissetmeye çalışıyor. Ancak bu çaba, bireyin kitle içinde erimesine güzel bir örnektir. İroni ise burada ortaya çıkıyor. Herkes birbirine benziyor, ama özel olduğunu vurguluyor!
Oysa bireysellik, bu tip gösterilerle elde edilen bir olgu değildir. Sahici bir bireysellik, kitlenin dayatmalarına karşı durabilmeyi ve kendi yaşamını, gösterilmesi gereken bir sahne olarak görmemeyi gerektirir. Birey olmakla irade göstermek arasında bir ilişki kuruyoruz.
Sonuç olarak, gösteri neyi gösterir? Bireyin gerçek benliğini mi, yoksa ona dayatılanı mı?
Bu sorunun yanıtı, görünen ile gerçek arasındaki mesafenin ne kadar farkında olduğumuza bağlı. Ancak kesin olan bir şey var: Sosyal medyanın parçalanmış gerçeklikleri, bireyi birey olmaktan uzaklaştırıyor ve kitlenin bir parçası haline getiriyor. Belki de asıl cesaret, "herkesin yaptığını yapmamaktan" geçiyor.