El öpmek, sembolik bir eylemden çok daha fazlası. Bir iktidar ilişkisi. Bir kabulleniş. Bir boyun eğiş ve bunlardan daha fazlası...
Henüz mecazla gerçeği ayırt edemeyecek kadar küçük, ama duyduklarımı içime alacak kadar da meraklı olduğum bir dönemdi. O gün, büyüklerin dilinde dolaşan hem fısıltı hem nasihat gibi kulağıma çalınan o cümleyi hâlâ unutamam:
El öperek dudak aşınmaz.
Bu cümleyi ilk duyduğumda şaşkınlığımı gizleyememiştim. Ağız nasıl aşınır ki? Cümleyi fiziksel bir gerçeklik olarak algılamış olmalıyım. Sanırım gözümde şöyle bir sahne canlanmıştı: Birinin sürekli el öpmesinden dolayı dudaklarının nasır tuttuğu, belki de kabuk bağladığı bir ağız… Oysa zamanla, yaşamın içinde kurulan ilişkilere ve hiyerarşilere tanık oldukça, bu sözün ağızdan çok, insanın yüzünü, onurunu ve emeğini aşındırdığını kavradım. Hala unutmama sebebim mevcut ifadenin güncelliğini korumasıyla ilgili de olabilir.
Bu sadece bir deyim değildi. Bu, görünmez bir kural, sessiz bir tahakküm ve sistematik bir boyun eğişti. Çoğu zaman ise kazanmanın, makbul olmanın, yer edinebilmenin parolasıydı. Kahir ekseriyetiyle manzara buydu: Sosyal düzeyde itibar elde etmenin ve sınıfsal mobilite sağlamanın en kestirme, en risksiz yoluydu.
Ama bu yol, insanın içini kemiren bir suskunlukla örülüyordu. El öpmek, yalnızca yaşlıya duyulan saygının bir göstergesi değildi; güce, otoriteye, mevkiye ve çoğu zaman liyakatsizliğe gösterilen mecburi bir saygının ritüeliydi. Bu ritüel, kimi zaman baş eğmeyle, kimi zaman sessiz kalmayla, kimi zaman da içten içe öfke biriktirerek gerçekleşiyordu.
Çocukken öğretildi bize: Yüksek makamın karşısında eğil, siyasetçiye “ağam” de ve bir gün bir yerde işin düşerse, tanıdık bir el öpmüş olmanın “sıcaklığını” hissedersin. Toplum içinde stratejik nezaketin diliyle konuşmayı alttan alta öğreniyorduk. Yani bizden beklenen, içtenlik değil; stratejik bir nezaketin dilini içselleştirmemizdi. Samimi olmak değil, uyanık olmak esas kılınıyor; uyanıklıkla (üç kağıtçı bir tavır) akıllı olmak eş değer görülüyordu! Böylece çocuk yaşta, toplumda nasıl "var olunur"un dersini alıyorduk.
Ne yazıktır ki, bu kültür, sadece bireyler arasında değil; kurumlarda, siyasette, akademide ve daha birçok alanda kök salmış durumda. Yalakalık zekâya, biat liyakate, dalkavukluk emeğe galip geliyor. Bazen bir koltuğun ayakta tutulması için yüzlerce kişinin eğilmesi gerekiyor.
Bu yüzden el öpmek, zaman zaman bir boy ölçüsüne dönüşüyor. Kim ne kadar eğilebiliyor, kim ne kadar alttan alabiliyor? Sistemin başarı kriterleri bu sorularla ölçülüyor. Eğilmedikçe, kırılmadıkça, sıradanlaşmadıkça; yükselemezsin, sevilemezsin, “bizden biri” olamazsın. Genel manzara böyle olsa da boyun eğmeden yol alabilen birkaç onurlu istisna her zaman bulunur.
El öperek ağız aşınmaz, derken aslında şunu demek istiyorlardı: Boyun eğmek seni küçültmez, aksine yolunu açar.
Toplum olarak bu “aşınmayan ağız” öğretisini bir tür yaşam tarzı olarak benimsemiş durumda mıyız? Oysa hayat, sadece taktikle değil, etikle de yürümeli. Her el öpüş, her susuş, her görmezden geliş; arkamızdan gelenlere yeni bir sessizlik zinciri miras bırakıyor. “Böyle gelmiş böyle gider” demek, ortaklaşa tesis ettiğimiz bir adaletsizliğin örtüsünü üstümüze seriyor.
Ben o küçük yaşımdaki hâlimle bu sözün anlamını çözememiştim ama şimdi anlıyorum ki, bu cümle, bir kültürel kodu, bir düzenin işleyiş mantığını, bir sessizliği temsil ediyor. El öpmek, sembolik bir eylemden çok daha fazlası. Bir iktidar ilişkisi. Bir kabulleniş. Bir boyun eğiş ve bunlardan daha fazlası!
Ama belki de en acı olanı şu: Bazıları bu düzende “başarı”yı gerçekten de bu yollarla elde ettiğinde, geride kalanlar başarısızlıklarının nedenini kendilerinde arıyor. Ben yeterince çalışmadım mı? Ben de el öpseydim olur muydu? diye soruyorlar. Bu, insanın kendisiyle hesaplaşmasını, çoğu zaman da kendisine yabancılaşmasını beraberinde getiriyor ya da bu halkanın bir parçası olmaya itiyor.
Oysa hayalini kurduğumuz dünya, başka bir yer olmalı. Emeğin, hakkın, dürüstlüğün değerli olduğu, el öpmenin değil el tutmanın makbul sayıldığı bir yer. “El öperek ağız aşınmaz” cümlesinin değil, “Omuz vererek birlikte yükseliriz” inancının yaygınlaştığı bir yer.
İşte tam da bu nedenle, artık başka cümleler fısıldamalıyız: “Her el öpülmez” gibi… Bu döngüyü kırmanın yolu, yeni cümleler kurmakla başlar.
Bugün geriye dönüp baktığımda, o çocukluk anımda sadece bir deyimi değil, bir toplumun çelişkilerle dolu vicdanını duymuşum. El öpmekle başlanan o hikâye, aslında hepimizin hikâyesi ve artık, o hikâyeyi başka türlü yazmanın zamanı çoktan geldi!
Bu hikâye çocukluğunda bir gün eğilmek zorunda kalan, büyüdüğünde başını kaldıramayan herkesin hikâyesidir. Bir toplumun hikayesidir ve artık konuşmamız gereken şey, eğilmemenin mümkün olduğu yeni bir toplumsal sözleşmedir.