Sandık, seçim, oy ve demokrasi, bana ilkokul sınıf başkanlığı seçimlerimi hatırlatır. Öğretmenimizin gölgesinde ve iradesinin sandığa muhakkak yansıyacağı sınıf başkanlığı seçimlerini.
Millet iradesinin ve demokrasinin yumurtadan çıkar çıkmaz öğrenilmesi hedeflenmiştir belki büyüklerimiz tarafından. Oysa totatiler ailelerimizden çıkıp geldiğimiz sınıflarımızda pek de alışık olmadığımız bir tutumdu bu diyemeyeceğim.
Öğretmenim, babam gibi ‘’dedim olacak dedim öyle ferman buyurdum’’ gibi sorgulanmaz ifadeler kullanmasa da doğrusunu muhakkak onun bileceğine iman etmemin gerekliliğine bilimsel bir bakış açısıyla inanmamı isterdi ve ikna ederdi. Fazla sorgularsam hürriyetin arkasından demokrasinin şefkat sopasını gösterir ancak vurmazdı. Tabi burada öğretmenim devlet olarak karşımda bir heykel gibi dikilirdi. Soru işaretlerimizi maharetle giderir, her problemimizi basit mantık formülleriyle çözerdi. Sınıf başkanının da en iyi kim olacağını o bilecekti doğal olarak.
Tek, önerilen ideal başkan adayı olarak sınıfın bütün oylarını almıştım. Demokrasimiz, ileri bir demokrasiydi. Kapalı oy açık sayım..
Sadece bir oy Hagi’ye çıkmıştı. Çare Hagi.. Bu tek oya aldırmadan kazanmanın verdiği onurla demokrasiye hayli inanmıştım. Güzel bir şeydi demokrasi çünkü kazanmıştım, başkandım. Tek muhalif oyda demokrasinin tuzu biberi, çok sesliliği, çok renkliliğiydi. Yeter ki ben kazanayım..
İlk iş olarak ‘’durmak yok yola devam’’ sloganıyla göreve bismillah diyemedim ama güzel okkalı bir ant içtim ve öğretmen gelene kadar sınıfta uslu durmayanları tahtaya yazmaya başladım. Birden fazla kurar ihlali yapanların yanına çarpıları yapıştırdım. Otoriterliğin ve hükmetmenin hazzını ufaktan hissediyordum. Başkaları üzerinde tahakküm kurmak tuhaf bir güç hissi vermişti. Öğretmenin sınıf arkadaşlarıma benim direktiflerimle ceza uygulaması, sözlerimle birilerine yaptırım uygulaması boyumu uzatmıştı sanki ve ağırlığımı arttırmıştı. Benden çekinilmesini ve korkulmasını aynı zamanda saygı duyulmasını sağlamıştı. İçten içe tatlı bir hoşnutlu hissi veriyordu bu durum.
Tabi ilk başlarda sınıf kurallarına ve öğretmenimin talimatları doğrultusunda ilerliyordu tahtaya yazma işi. Daha sonra görevin ciddiyeti azalmaya başladı bünyemde. Arkadaşlarımın hepsini severdim ama aynı derecede değil. Kimileri daha farklı gelir, kimileri daha uzak. Böylelerini yazmak daha kolaydı, daha yakın olanlara daha tolereli davranırdım. Sevdiğim kızı ise hiç yazmadım. Demokrasinin ilk rafa kalktığı anlar..
Demokrasi herkese demokratça davranmıyordu. Görevi kötüye kullanmaya başlamıştım. Küçük kaçamaklardan zarar gelmezdi ne de olsa başkandım ve o kadar ayrıcalığım olacaktı elbet. İkinci görevim sınıfla üst yönetim yani müdüriyet arasında ulaklık görevini yerine getirmekti. Tebeşir lazım olur; sınıf başkanı alıp gelir, yoklama defteri götürülecek; sınıf başkanı götürüp getirir. Devlet demek evrak demekti. Bu işin ciddiyetinin de farkındaydım. Koluma taktığım başkanlık pazubandı ilk resmi üniformamdı. Nöbetçilerin önünden çakarlı araç gibi geçer giderdim kimse durduramazdı. Ben başkandım..
Bu başkanlık işinin keyfiyetiyle sınıfta mırıldanmalara kulak asmadan devam ettim görevime ancak tahtaya yazılanların listesi kabardıkça muhalefetin sayısı da artmaya başladı. Öğretmene şikayet edildim ve hiç beklemediğim bir şekilde öğretmenin gözünden düştüm ve görevden alındım. Oysa seçimle başa gelmiştim ve ancak seçimle gitmeliydim.
Tabi böyle olmadığının farkına bir çırpıda yeni başkanı tahtada görünce anlayıverdim. Beni başkan yapan; sınıftaki seçmen mavi önlük beyaz yakalı sınıf arkadaşlarım değil, öğretmenimdi.