Bizim toplumumuzda insanların ortak olarak dört farklı uzmanlık alanı vardır. Bunlar; din, tarih, futbol ve siyasettir. İnsanların bulunduğu her alanda bu dört kategoriyi temsil eden konuşmalara şahitlik etmek an meselesidir. Kamusal alanlar, iş yerleri, eğitim kurumları ve daha nice ortak alanlarda bu konularla ilgili diyaloglara şahitlik etmekle kalınmaz, hatta birçoğumuz bu diyalogların parçası oluveririz. Tabii bu yazı çerçevesinde tartışmamızı daraltacağız ve “tarih nedir, ne değildir” sualine yönelik tartışma yürüteceğiz.

Genelde tarih; geçmişi, neden-sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlanır. Bu yaygın, fakat dar anlamlı tanımı bir kenara bırakıp düşünmek gerekir. Çünkü bu tanım tarihe bilimsel bir kimlik kazandırmak adına tartışma yürüten araştırmacıların vardığı bir sonuçtur ve sonraki tartışmalar bu yaklaşımın yetersiz olduğu konusunda ikna edici tezler sunmuştur. Metatarih, Tarihi Yeniden Düşünmek, Tarihin Yapısökümü gibi kayda değer çalışmalar bu noktada önemlidir.

Tarih üzerine düşünen araştırmacılar genelde tarihi ve geçmişi ayrı ayrı değerlendirir. Bu ayrımlar tarihin ve geçmişin farklı şeyler olduğu yönündedir. Geçmiş; gerçekleşmiş olan her şeyi ifade eder. Hem kayıt altına alınan olayları hem de kayıt altına alınmayanları. Yani bir yanıyla geçmiş, muğlâk ve belirsizdir. Çünkü kayıt dışı birçok hadise yaşanmıştır. Mevcut ifademiz şu şekilde savunulabilir: Şuan bu yazının kaleme alındığı esnada yapılan birçok farklı şey daha var, ancak bunlar kayıt altına alınmadı. Bu ise geçmişin kayıp yüzünü temsil etmektedir.

Tarih ise geçmişin kayıt altına alınmış bir kısmından ilhamla yürütülen tartışmaları, uğraşları ifade eder. Kayıt altına alınan hadiselerin tümünü değil. Bu yönüyle tarih ve geçmiş birbirinden ayrılır. İş bununla da sınırlı değildir. Tarih, bir o kadar da taraflı ve öznel bir karaktere sahiptir ve kendi başına doğal bir şekilde var olmaz. Birtakım araştırmacıların uğraşları sonucunda oluşturulur ve değer yüklüdür. Bu noktada tarihçinin ideolojisi, inancı, kültürü, sosyal çevresi, hiyerarşik konumu, ilişkili olduğu müesseseler ve makamlar tarih anlatılarının satır aralarına dahi sızmaktadır.

Bir diğer bağlamda Mevlana’nın Hintliler’den ilhamla Mesnevi eserinde yer verdiği fil hikâyesi ile tarihe farklı açıdan bakmayı deneyebiliriz. Hintliler vakti zamanında bir fili insanlara göstermek isterler. Filin bulunduğu alan karanlıktır ve insanlar o karanlık alanda toplanırlar. Bu insanlar file dokunur, elini sürer ve hepsi farklı bir noktadan fille temas kurar. Filin hortumuna dokunan fili oluğa benzetir. Filin kulağına temas eden onu yelpazeye benzetir. Filin ayağını kavrayan ise onu sütuna benzetir. Kısaca her insan filin neresine dokunduysa o yönde bir tanımlama yapar. Avuç bütünüyle fili kavrayamaz. Bu açıdan tarihçi ile geçmişi ve tarih ile geçmişi fil hikâyesi üzerinden kavrayabiliriz.

Tarihçi geçmişi anlattığını ve ham bir şekilde geçmişi sunduğunu iddia ederken, filin; hortumundan, ayağından ya da kulağından hareketle fili tanımlayan insanlardan ne kadar farklıdır? Nihayete varacak olursak tarih ve geçmiş birbirinden farklı şeylerdir. İkisini eşit statüde değerlendirmemiz imkânsızdır. Buradan şu sonuca varabiliriz: Kutlu geçmişimiz ya da tarihimiz bize öğretmiştir ki! ve biz gerçekleri aktarıyoruz! şeklinde başlayan her söz dalaşı şüphe ile ele alınmayı hak etmektedir. Geçmişin kendisinde bir yücelik yoktur. Aksine geçmişe yüklediğimiz yüce değerler vardır. O değerler ise şimdiden bağımsız düşünülemez ve ham bir geçmişten söz edilemez. Bu bakımdan tarih, geçmişin tanzim ve tayin edilmesidir. Ve bugüne uygun olacak şekilde yeniden yorumlanmasıdır.

“Tarih ve geçmiş birbirinden farklı şeylerdir. Geçmişin kendisinde bir yücelik yoktur, geçmişe yüklediğimiz yüce değerler vardır. O değerler ise ‘şimdi’den bağımsız düşünülemez. Bu bakımdan tarih, geçmişin tanzim ve tayin edilmesi, bugüne uygun olacak şekilde yeniden yorumlanmasıdır.”