Bu hikaye, hayatının en verimli dönemini akademide geçiren birinin, içeriden bir tanık olarak, gördüğü çarpıklıkları sessizce kaydettiği bir yüzleşmenin anlatısıdır.
Ayşe’nin bulunduğu kadroyu işgal etmesi “en değer verdiğim dostumun komşusu” ifadesini duyana kadar aklıma sığmayan bir şeydi. Sanki her şey dört dörtlük ilerliyormuş gibi buna karşı şaşkınlığımı gizleyemiyordum. Oysa fakültedeki ilişkilerin büyük çoğunluğu böyleydi. Ama her defasında şaşırıyordum.
Ayşe, gencecik olmasına rağmen, sanki yılların ağırlığı çoktan omuzlarına çökmüş gibiydi. Mesaisi biter bitmez eve gidip dizi izleme rutinine kavuşmayı, daha günün ilk saatlerinden itibaren sabırsızlıkla bekliyordu. Fakültede onu her gördüğümde, zihnimde hep aynı görüntü belirirdi: Bir evrakı beş kişi taşıyan, her adımda daha da hantallaşan o meşhur memur kalabalığı…
Onlarda da durum farklı değildi. Üç kişi aynı fotokopiyi çeker, fotokopi makinesinin aylardır düzelmeyen arızasını her çekimde yeniden tartışırlardı. Sanki makinenin bozukluğu teknik bir arıza değil, kurumsal kültürün kaçınılmaz bir cilvesiymiş gibi...
Sekiz saatlik mesailerinin beş saati böyle oyalanarak geçerdi; kalan üç saatte ise yetişmeyen işler için yakınır, sanki zaman onlardan kaçar gibi davranırlardı.
Hep yorgundular. Hep bitkindiler.
Yaptığımız araştırmanın görünmeyen, hatta varlığı çoğu zaman unutulan bir parçasıydı Ayşe asıl iş yüküyle hiçbir bağı olmamasına rağmen toplantılarda düzenli olarak bulunur, büyük hocanın fikirlerini tartmadan, tartışmadan, en ufak bir tereddüt belirtisi göstermeden onaylardı. Bir saatlik toplantının kırk beş dakikası hocanın konuşmasıyla geçer, geri kalan sürede ise Ayşe’nin görevi devreye girerdi: Onaylamak.
Sadece onaylamak.
Hoca her defasında, her konunun başında ve sonunda aynı cümleyi tekrar ederdi:
“Çok zor bir iş yürütüyoruz çocuklar.”
Bu cümlenin haklılığı Ayşe’nin ifadelerinde yankılanıyordu:
“Kesinlikle hocam…”
Ayşe’nin kelime dağarcığının zamanla daraldığına tanık oluyorduk. Birkaç kelime dışında ağzından fazla bir şey çıkmaz olmuştu. Bu, pozisyonunun doğasına uygun bir körelmeydi adeta.
Ayşe’yi her toplantıda en yakınına oturtuyor, konuşmasının sonuna geldiğinde gözleriyle ona yöneliyor, bakışları buluştuğu anda içindeki görünmez şüphelerin dağıldığını hissediyorduk. Ayşe hocanın kendini haklı hissetmesi için gerekli törensel dokunuşun canlı temsilcisiydi. Sanki hoca, Ayşe’nin giderek daralan kelime evreninde, hiçbir risk taşımayan o güvenli ve tertemiz boşlukta konuşmayı daha rahat buluyordu; zira orada sadece onay vardı.
Sanki bu onay ritüeli olmasa hoca kendi söylediklerini kendi içinde bile tamamlanmış saymayacaktı.
Ayşe konuşmuyordu, ama hocanın cümlelerindeki son noktaydı.
Biz de bunu izledikçe, “görünmeyenin” bile nasıl bir ağırlığa sahip olabileceğini daha iyi anlıyorduk.
Hoca kendi haklılığını, bir başkasının gözünde görmeyi ister gibiydi. Mesele demeçlerin doğruluğu değil; bu demeçlerin törenle tasdik edilmesiydi. Söylenen şeylerin saçmalık derecesi şaşkınlık yaratıp yüzümüze istemsiz bir ifade otursa da Ayşe hemen devreye giriyor, onay kartını açıyor, büyük hocanın içindeki görünmez şüphe kıpırtılarını bastırıyordu.
Bir gün büyük hoca “çok ciddi bir mesele konuşacağız, hemen toplanalım” dedi. Hepimiz alelacele odaya koştuk. Onay mercileri, büyük hocanın yakın çevresinde neredeyse fiziksel bir duvar oluşturmuştu. Mesele, fakülte dergisinde hangi makalelerin yayınlanıp yayınlanmayacağıydı. Toplantıda altı kişiydik. Ancak tek ses vardı. O ses, büyük hocanın sesiydi. Aslında ne fark ederdi? Bunu tek başına da yapabilirdi. Biz altı kişi sadece dekoru oluşturuyorduk.
Her neyse… Büyük hoca, neoliberal dünyanın sefaletlerini, devletlerin ve kurumların içine düştüğü yapısal krizleri anlattığı makalesinden söz etmeye başladı. Dünyanın haline dair öyle içli, öyle dertli bir panorama çiziyordu ki, bir an için kendi derdimizi unuttuk ve gerçekten evrensel bir felaketin içinde gibi hissettik. Tabii o sırada Ayşe, her zamanki görev bilinciyle hemen devreye girdi:
“Kesinlikle hocam… Bir şeylerin değişmesi şart. Baksanıza dünya ne hâlde!”
Peşinden Levent benzer bir coşkuyla ekledi:
“Yeryüzündeki haksızlıklara karşı üretkenliğimizi perçinliyorsunuz hocam…”
Daha sonra büyük hoca, sesini bir tık daha derinleştirip dramatik bir tonla devam etti:
“Yok yok çocuklar… Bu felaketlere dur demeliyiz. Araştırmacı olarak sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz.”
Ardından, yıllardır aynı cümlenin farklı versiyonlarını duymaya alışmış kulaklarımızın çok iyi tanıdığı o büyük entelektüel vecizeyi yineledi:
“Entelektüelin görevi, dünyadaki kötülüklere kayıtsız kalmamasıdır. Biz duyarlılığımızı yitirirsek dünya dilsiz kalır!”
Bu sözlerin arkasından Ayşe hocam ne güzel konuştunuz şair gibisiniz valla(!) diye onayladı.
Tam bu esnada büyük hocanın telefonuna düşen mesajdan sonra konu bir anda, dergide kimin editörlük yapacağı tartışmasına evrildi. Telefon ekranına baktı, hafifçe yüzünü buruşturdu ve öfkesini saklama gereği duymadan:
“Bunlar mı editör olacakmış? Onlarla çalışılmaz!” diye homurdandı.
Ardından sesini biraz daha yükselterek, yıllardır içinde taşıdığı bir hıncın tortusunu döker gibiydi:
Ben doçentken bunlar yüzümüze bakmıyordu! Şimdi kalkıp bunları editör mü yapacağız? Akademik kariyerlerine basamak mı olacağız? Yeni görevler verip isimlerini mi parlatacağız?
Bizim böyle bir hizmetimiz yok!
Ayşe hemen atıldı; sanki bu öfkenin çok önceden prova edilmiş yanıtlarını ezberlemiş gibiydi:
“Kesinlikle hocam, hiç gerek yok.”
Levent birkaç saniyelik gecikmeyle koroya katıldı:
“Evet hocam, kimseye bu kadar imkân sunmak zorunda değiliz. Dergi sizin emeğinizle ayakta duruyor.”
Büyük hoca, bu iki onayın sağladığı konforun içinde koltuğuna iyice gömüldü.
Öfkesinin dışarıda değil, içeride—yani kendi çevresinde—doğrulanmış olması, huzur katsayısını gözle görülür biçimde artırmıştı.
O an, kapalı kapılar ardında yürütülen bir mahkemenin, tamamen kişisel tarihlere dayalı intikam kararları konuşuluyordu.
Biz ise sessizdik.
Sessiz kalmak bir tür korunma refleksiydi.
Neyse ki hoca son noktayı koydu:
“Bu isimler olmayacak. Nokta.
Bizim dergimizde kimseye prim yaptırmam.”
Hoca son sözünü söyledikten sonra masanın üzerinde görünmez bir ağırlığın çöktüğünü hissettik. Sanki o “nokta” kelimesi, noktanın işlevinden çıkıp odanın içine doğru genişleyen siyah bir daireye dönüşmüş, hepimizi içine çekmişti.
Ayşe’in yüzünde “görev başarıyla tamamlandı” ifadesi vardı.
Levent, hocanın arkasında durmanın huzuruyla koltuğuna iyice gömüldü.
Biz ise bakışlarımızı kaçırarak birbirimizin yüzünde aynı şeyi arıyorduk:
Bu kadar saçmalığa, boğuculuğa rağmen hâlâ burada olmayı nasıl açıklayabiliriz?
Ama kimse konuşmadı.
Çünkü konuşmanın bedeli belliydi.
Sessizlik, burada görünmez ve değerli bir madendi.
Herkes hocayı onaylıyor. Herkes onun ağzından çıkan bir kelimeyi bekliyordu.
Kelime çıktığı an:
“Evet hocam…”
“Kesinlikle hocam…”
“Elbette hocam…”
Cümleleri koro şeklinde yükseliyordu.
Büyük hoca yaşadığı tatmin ile koltuğuna gömülüyordu. Hem de herkesin sessizliğine sahip olmanın verdiği o tuhaf güç duygusuyla…
Sonra birden duvara asılı saate baktı. Gerçi saate bakmasının ne önemi vardı? Bizim için zaman, duvarın üzerinde duran o dairesel aygıtla değil, hocanın parmaklarının gözlüğe uzanmasıyla akıyordu. Akrep ile yelkovan, her toplantıda aynı konumda kalıyor gibiydi; ama gözlük her defasında masaya indiğinde, zaman bir anda çözülüyor, toplantı bitiyordu.
Dışarı çıkmak için kapıya yöneldik. Ama kapı biraz daha uzaktaydı sanki. Her adım attığımızda kapı aynı mesafede kalıyordu. Ben bunu yalnızca yorgunluk sanmak istedim ama bir yandan da içimde kötü bir his dolaşıyordu:
Belki de bu oda, çıkışı olmayan odalardan biriydi.
Belki biz, yıllardır aynı toplantının farklı versiyonlarına giriyorduk ve hiç fark etmiyorduk. Belki de bu fakültede hiçbir yere yürümüyor, sadece aynı masanın etrafında turluyorduk.
Koridora çıktığımızda Ayşe arkamızdan seslendi:
“Yarın yine toplanacakmışız. Hoca derginin kapak tasarımını konuşmak istiyor!”
Sesi, sanki koridorun her yerinden aynı anda geliyordu. Tek bir kişiye değil, binanın kendisine aitti.