Dışarıdan bakıldığında ağacına, suyuna, havasına, toprağına hayran kalınan ama içinde yaşayan insanlar için kapatılmanın, boğuculuğun mekânı olan yere taşra denilir.
Türk Dili Kurumu'na bakarsak ise taşra, "bir ülkenin başkenti ya da anakentleri dışındaki yerlerin tümü" olarak niteleniyor.
Esasında bizim gibi çocukluğunu köy ve kasaba gibi küçük ölçekli yerleşim birimlerinde geçirmiş bireylerin taşra ile sıkıntı arasındaki ilişkiyi coğrafi bir sınırla açıklama eğilimi bireysel tecrübesi gereği daha yaygındır.
Ancak insan şehirde de köyde de sıkılabilir ve insanın kendi taşrasını yarattığı gerçeğini göz önüne alırsak bunu coğrafi bir sınırla düşünmemek gerektiği anlaşılır. Mesela, şehirde yaşamını sürdüren, kendi gölgesinden dışarıya adım atamamış ve o bunalım döngüsünü aşamamış bir insanın mekânsal değişimi taşralılığın bitiş çizgisi olabilir mi?
Bu soruya karşın taşrayı coğrafi bir şekilde sınırlamayıp onu birtakım duygu halleriyle ifade ettiğimizi ve genel-geçer bir tanımın ötesinde bireysel deneyimlere başvurarak kavradığımızı bildirmeliyiz. Şimdi taşra terimini etimolojik olarak ele alıp değerlendirmelerimizi sürdürelim.
Türkçe bir terim olan taşra, bugünkü dışarı teriminin eski bir formu olarak karşımıza çıkar. Bu terim tarihsel süreç içerisinde “taş-garu < taş-ğaru < taş-aru < taş-arı < dış-arı” şeklinde dönüşerek bugüne ulaşmıştır.
Benzer şekilde Nişanyan’ın etimolojik araştırmalarında da taşra terimi merkez-çevre arasındaki mesafeye dikkat çekilerek ele alınır ve dışarıda olmak şeklinde ifade edilir. Nişanyan’ın aktardığı üzere bu terim 19. asra kadar taşra olarak yazılmasına rağmen dışarı olarak okunmuş ve resmi kullanımlarda taşra çıkarmak/göndermek (sarayın dışına görevlendirmek) şeklinde yer aldığı tespit edilmiştir.
Sözlük anlamı itibariyle taşra kavramı coğrafi bir uzam olarak merkezin dışında kalan yerleşim birimlerini niteler. Günümüzde yer alan kimi tartışmalarda taşranın hala merkeze mesafesi/uzaklığı üzerinden ifade edildiği kolayca görülür. Ancak taşrayı yalnızca coğrafi bir tanıma sığdırmak, merkez-çevre kavramlarıyla ele almak ve sosyo-psikolojik; mental bağlamlarını görmezden gelerek kavramak son derece problemlidir.
Taşrayı; sıkışma, kısıtlanma, çıkışsızlık ve kapatılma halleriyle tanımlamak ve bunu coğrafi bir alana indirgememek bizlere daha geniş bir hareket alanı tanır.
Fakat burada iki duruma özellikle vurgu yapmak gerekir:
1- Kapatılma, çıkışsızlık, kısıtlanma, sıkışma ve benzeri duygu halleri üzerinden ele alınan taşra, yalnızca coğrafi bağlamıyla ya da merkez-çevre ilişkileriyle ele alınamaz. Zira merkez olarak işaret ettiğimiz kentler; yaşam tarzı, mimari organizasyonu ve kültürel dokusuyla büyük oranda bu duyguları yaşatacak karaktere sahiptir. İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa gibi büyük kentlerin bilhassa metruk semtleri bu anlamda önemli örneklerdir. Ayrıca merkez-çevre gibi ayrımlar Avrupa’da kapitalizmin gölgesinde gelişen dönüşümler eşliğinde tanımlanmış olup taşra kavramına da yeni bir karakter kazandırmıştır. Avrupa’daki tarihsel gelişiminin bir ölçüde farklı nitelikte olduğu söylenebilir.
Diğer açıdan Londra’yı merkez olarak konumlandırdığımızda İstanbul’u nasıl tanımlamamız gerekir? İstanbul, Londra’nın taşrası olarak ifade edilebilirken, İstanbul’u merkez olarak konumlandırdığımızda ise Anadolu’nun bir köşesine bakmak bambaşka tanımlamalar yapmamıza neden olur. Dolayısıyla bakışımızı değiştirdiğimiz an tanımımız da değişebilir. Bugünün Türkiye’sini anlamamız konusunda daha kolaylaştırıcı olacağı için mevcut kavramı coğrafi olarak değil, mental ve sosyo-psikolojik bağlamıyla düşünmeyi öneriyoruz.
2 - Taşrayı “olumsuz” duygu halleriyle açıklamaya gayret gösterirken tanımlayan ve tanımlanan ilişkisini ön plana çıkardığımızı da önemle vurgulamak gerekir. Bir nevi özne-nesne ilişkisi söz konusudur ve bu hiyerarşik bir ilişkiyi gerektirir. Bu durumda taşra olarak tanımladığımız duygu hallerini insanlar benzer ölçüde deneyimlemiyorsa ve bunu bir bunalım hali olarak değerlendirmiyorsa ne yapmamız gerekir?
Buradaki önemli ayrım şudur: Tartışmamızı yürütürken kendi hikâyemize yöneliyoruz ve bu nedenle tartışmamızın hem tanımlayanı hem de tanımlananı konumundayız. Dolayısıyla mevcut ayrımları kendi hikâyemiz üzerinden kurguladığımızı ifade edebiliriz.
Yukarıdaki ifadelerimiz dikkate alındığı takdirde taşrayı belirli bir coğrafi uzamdan ziyade belirli duygulanımların etkisiyle ifade edebiliriz. Böyle düşünüldüğünde taşra kavramı artık kentlerde yaşayan insanları ifade etmek adına da epey işlevsel bir özellik taşır. Çünkü bahsettiğimiz duygulanımlar sadece belirli bir coğrafyayla kısıtlanamayacak genişliktedir. Dolayısıyla taşrayı merkeze ulaşamayan bir mesafe ve bu erişimsizliğin sonucunda dışlanmış bir coğrafya olarak tanımlamak yetersizdir.